Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.
Ara

Şiddet ve Şefkat Geriliminde Kişilik Oluşumunun Dinamikleri / Psikolojik Sorunlar

Şiddet ve Şefkat Geriliminde Kişilik Oluşumunun Dinamikleri

Ruhbilim terminolojisi açık bir çelişkiyi sergiler. Vurguların bireysel kaynağa yapılmasına rağmen. istisnasız tüm kavramlar ilişki atıflıdır. Libidinal / agresif dürtüler, ya da kendilik / nesne tasarımları ?bireysel?in birincilliğine işaret ederken, ?bireysel?in tanımlanması, ?ilişkisel?deki libidinal / agresif yatırım, ya da kendilik-nesne ilişkisi şemalarında mümkün olmaktadır. Bireysel psikoloji ve psikopatolojinin nasıl ve nedenini açıklayan eksiklik (defekt) ve çatışma (konflikt) dinamikleri bütünüyle ilişki dinamikleridir.

Ancak ilişki. varoluşu tanımlama ve anlamlandırmayı mümkün kılar. İlişki birincildir. Birimden söz etmek, ilişki içinde --karşılaşan-- birimlerden söz etmektir. Nesnesi yoksa, kendilik de yoktur (ve tersi). İlişkiden önce tanımlanamayan (ve varolmayan) birey, ilişkiden önce ve ilk imiş-gibi gösterilse de. bilinmektedir ki, filozof Martin Buber'in Yeni Ahit'in (Yuhanna) ilk ayetine (?başlangıçta söz vardı') göndermeyle ifade ettiği gibi ?başlangıçta ilişki vardı(r)?. Daha öncesi ise bilinmeyendedir; hakkında hüküm yürütülemez.

Bireysel çıkışlı olmayan bir ilişki kavramlaştırması, yani bir ara-alan terminolojisi mümkün müdür? Bu soruyu, göreli bir ?evet? ile yanıtlamayı deneyebiliriz. Gerçi her ilişki tanımlaması, ilişki içinde varolan bireyci (birimleri) gözetmek zorundadır; ancak vurgulama taraflar-arası-alan'a yapılabilir. İlişkiyi birincil kabul ederek, etkileşimi, herhangi bir ilişki biriminin şu ya da bu yatırımına indirgemeden, doğrudan ilişkide, ?taraflar-arası-alan?da irdelemeye, ve ?bu ara-alanda ne olmaktadır?? sorusunun yanıtını iki zıt kavramla, ?şiddet? ve ?şefkat? ile açıklamaya çalışacağım. İlişkinin bu iki temel vektörünü, günlük kullanımdan farklı anlamlarıyla ele alacağım.

Burada, kullanmaya başladığım bir terime, ?şiddete değinmem, bu kavramı nasıl açtığımı aktarmam gerekliği hasıl oluyor: ?Şiddet?i, ilişkinin temel taşıyıcısı olan eylemin, birimler-arası (kişiler-arası) alandaki görüngüsü olarak anlıyorum. Bu şekliyle şiddet, ?nötr? bir kavramdır; iyi ya da kötü, hoş ya da nahoş gibi sıfatlardan aridir. Yalnızca, ilişkiyi mümkün kılan, ve temelde ?kendi-olmayan-ile-birlikte-oluş?la kaçınılmaz şekilde varoluşa içkin olan eylemdir. Kendiliği, nesnesiyle bağla(ntılandırı)r. Şiddet, varoluşla birlikte ilişkiye taşınan bir öğedir ve kendilik için de, nesne(si) için de birincildir; yani tanımlamada öncelik ilişkidedir. İlişki taraflarının birbirlerine yönelik ayrışmış eylemlerinden öte, salt varoluşları dahi, bütün varoluş sistematiklerini değişime ve yeniden tanımlamaya/anlamlandırmaya zorlar. Bu düpedüz şiddettir. Taraflar karşılaşmalarıyla değiş(tiril)irler: Birbirlerinin eylemlilik alanına girmişlerdir ve karşılıklı eylemlerine, yani şiddetlerine maruz kalmaktadırlar. Söz konusu edildiği şekliyle şiddet, eylemin, ilişki içinde yeni bir sistematolojiyi zorlayıcı niteliğini vurgulamaktadır. Şiddet, varoluşu ve eylemliliğiyle ötekinin varoluş ve eylemlilik alanında beliren varolan. eyleyen ve evlenen bir ?eylem- birim?in kendini ilişki içinde ortaya koyuş modudur. Varoluş potansiyeli taşıyan herhangi bir birimin, kendine varoluş alanı açma girişiminden başka bir şey değildir.

Varoluş alanı, hem olası var-olanın açımlandığı, kendini --?var? olarak-algılayabildiği/algılanabildiği, hem de (henüz) yok-olanın var edildiği, dünyanın tamamlandığı alandır. Tamamlanacak olan dünyanın kendisidir. Dünyayı tamamlama süreci, kendini tamamlama sürecidir; ?yaratıcı eylem?in ve ?yarattığını bilme?nin ta kendisidir.

?Yaratıcı edimde dikkatim izi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır (encounter,J... ?Bu yoğun karşılaşma ne iledir? .... Karşılaşma, her zaman iki kutup arasındaki bir buluşmadır. Öznel kutup, yaratıcı edim içindeki bilinçli kişinin kendisidir. . ima bu divalektik ilişkinin nesnel kutbu nedir? ...: Sanatçı ya da bilim adamını kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır .. i)Dünya bir kişinin içinde varolduğu anlamlı ilişkilerin bir modelidir ve o kişi, bu' dünyanın tasarlanmasında yer alır... Dünyayla benlik arasında ve benlikle dünya arasında kesintisiz bir diyalektik süreç süre gider; bu iki kutuptan her biri diğerinin varlığına delalet eder ve bunlardan birinin yok sanışı her ikisinin de anlaşılmasını olanaksız kılar. Bu, yaratıcılığın hiçbir zaman öznel bir görüngü olarak sınırlandırılmayacak olmasının nedenidir; yaratıcılık asla basit bir biçimde kişide olup bitenlerin terimleriyle incelenemez. Dünya kutbu bir bireyin 3'aratıcılığının ayrılmaz bir parçasıdır. Olmakta olan daima bir süreçtir, bir yapmadır -- özgül olarak kişiyi ve dünyasını karşılıklı ilişkiye sokan bir süreç. ?(Alay 1987)

İnsan, çöle doğar; bedensel aygıtın tüm ağırlığıyla... Ve eksiklikle müsemmadır. Bunun anlamı şudur: Bedenin gereksinimleri, yine beden içinde, nerede ve nasıl doyurulacaklarına dair bir ön-bilgi olmadan, oradadırlar ve nesnel karşılıklarını beklemektedirler. Çöldedir, ve her yere gidebilme potansiyeline rağmen. şiddetini yönlendirecek Bir kanaldan yoksundur. Henüz, biyolojik ve çevresel öğelerin şiddetinde, ayrışmamış bir kargaşa yumağının çaresizliğiyle, dünyanın nasıl tamam edilebileceğinin bilinmediği, gereksinilen nesnelerin yalnızca eksiklikleriyle. yani negatif varoluşları içinde duyumsanabildiği bu erken gelişim çağlarında, bebek taşıdığı şiddet kargaşasını yönlendirebilecek, ayrıştıracak bir ?taşıyıcı/refakatçi şiddet-birimine ihtiyaç duyar. Optimal koşullarda bu yatıştırıcı/taşıyıcı/yönlendirici araç/havuz, anne olacaktır. Annenin, çocuğunun şiddetini karşılama ve taşımasında, ?şefkat?in prototipini görürüz. Anne, çocuğun şiddetinin gereksindiği nesnel karşılıklara sahiptir.

Şefkat. öznenin kendi eylem-lilik alanını. Ötekinin şiddetine, yani varoluşunu açmasına terk etmesidir. Elbette ki ilişkiler salt-şiddet ve salt-şefkat karşılaşmasından ibaret değildir. Ancak söz konusu kavramların bu yazıda kullanıldıkları şekliyle ne anlam ifade ettiklerini göstermek için şiddet ve şefkat birimlerini, salt bu nitelikleriyle ayıracağım. ?Şefkat?te, birimlerin ilişkisi, şefkat biriminin, şiddet birimi lehine, kendi varoluş ( eylemlilik / şiddet) alanını açmasıdır. Şiddet biriminin eylemliliği, şefkat biriminin eylemliliğinin merkezi öğesi olmuştur. ?Özne?yi. iç ve dış nesnelerden gelen farklı şiddet eylemlerinin etkisinde, kendi özgün yapılaşma ve eylemliliğini oluşturma süreci olarak ele alırsak. şefkati şöyle tanımlayabiliriz: Şefkat biriminin, iç ve dış sair etkileri geri planda tutarak. partnerinin şiddetini karşılaması, şiddetin ?tamamlama amacı güttüğü her ne ise, bu ?tamamla(n)ma? eylemine kendi varoluş alanını, eylemlilik kanallarını sunmasıdır. Bu bir kaynaşmadır (fusion): ve birimler-arası sınırların henüz oluşmadığı erken anne-çocuk ilişkisinde en belirgindir.

Annenin çocuğun eylemliliğini (şiddetini) görmesi, onaylaması ve diğerkam katılımı, yani kendi varlığını ve eylemliliğini çocuğun eylem açılımına sunması, yani ?şefkat?i, Winnicott'un (1Q65. 1998) ?yeterince iyi annelik? kavramıyla kastettiği şeydir.

?Yeterince iyi ?anne' .. bebeğin ihtiyaçlarına aktif olarak uyum gösteren kişidir. İşin adı, çocuk bakımının başarılı olması zekaya ya da düşünsel aydınlanmışlığa değil kendini adamaya bağlıdır? (Winnicott 1998).
?Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum göstermesi, yeterince iyi olduğunda, bebeğe onun kendi yaratma kapasitesine tekabül eden bir dış gerçeklik olduğu yanılsamasını verir. Bir başka deyişle. annenin sunduğu şeyle çocuğun kurabildiği şey arasında bir örtüşme söz konusudur? (Winnicott 1998).

Birincil ilişki nesnesi olan anneyle çocuğun kurduğu şiddet-şefkat ilişkisi, bireyselleşme sürecinde çocuğa sunulan bir hediye ve ?sosyal bireyselleşme? nüvesidir. Şiddet ve şefkatin harmanlar,ması, sağlıklı ayrışma-bireyleşmenin, ?başkalarıyla-birlikte-ve-kendi-olma? sanatının ön koşuludur; aynı zamanda yaratıcılığın da zeminidir. Yaratıcılık, bireysel özgünlüğü, ?biricik?liği mümkün kılan faktördür. Ancak yaratan insan, yaşamını ?kendi? (yarattığı) yaşamı olarak algılayabilir:
?Kişinin hayatın yaşamaya değer olduğunu hissetmesini sağlayan her şeyden önce yaratıcı kavrayıştır. Bunun karşısında dış dünyayla boyun eğmeye dayalı bir ilişki vardır, bu ilişkide dünya ve dünyayla ilgili ayrıntılar sadece uyulması gereken ya da uyum talep eden bir şey olarak tanınır Boyun eğme birey için bir boşunalık duygusunu da beraberinde getirir ve hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın yaşamaya değmediği düşüncesiyle bağlantılıdır ?(Winnicott /998).

Yaratıcılık en ham haliyle kendini ilk(s)el ?tüm güçlülük? yaşantısında gösterir. Psikososyal gelişim süreci içinde dış gerçekliğin tornasından geçerek, daha mütevazı bir biçim ve içerik edinse de, başlangıçtaki çekirdek yaşantının ilk ?yaratı denemeleri?nde ketlenmemesi, beslenmesi ve ?var?lanması?, çocuğun annesinden alacağı yaşamsal önemi haiz bir hediyedir.

?Anne başlangıçta bebeğe neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte, kendi memesinin onun bir parçası olduğu yanılsamasının doğmasına fırsat tanır Meme, adeta bebeğin büyülü denetimi altındadır... Tüm güçlülük, deneyimin neredeyse vazgeçilmez bir gerçeğidir. Annenin nihai görevi bebeği bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır, ama başlangıçta ona yanılsama için yeterince fırsat vermeden bunu başarması mümkün değildir ?(Winnicott 1998).

Bireyin temel varoluş sistematiği olarak tercüme edebileceğimiz kişilik, onun tüm eylemlilik şemalarındaki hareketini, dünyasını tamam etmek için gereksindiği nesnelerle olan ilişkilerindeki şiddetin nitelik ve niceliğini kapsar.


Kişilik, öznenin dürtüsel, duygusal, bilişsel ve davranışsal öğeleriyle tüm eylem kanallarının toplamıdır. Bu eylem kanalları, bireyi --alışıldık koşullarda-- nesneleriyle karşılaştıran. çatıştıran; birleştiren ve ayrıştıran nitelikleriyle, öznel yaşamın genel ilişki şemalarını verirler. Sağlıklı bir kişiliğin çekirdeğini, kendi dünyasını, ancak kendisinin tamam edebileceğini ?duyumsayan / hisseden / bilen? bireyin taşıdığı onmaz ?yaratıcılık yanılsaması? oluşturur.

Anne kendi eyle(n)mesinin çocuğunki olduğu, kendi şiddetinin çocuğunki olduğu yanılsamasını uyandırmalıdır. Kullanıma sunduğu eylemliliğinin (dolayısıyla da kendisinin), çocuğun eylemliliğinin bir sonucu, ?yaratısı? olarak yaşantılanması mümkün kılar:

?....bebek memeyi kendi sevme kapasitesinden ya da (denilebilir ki) ihtiyaçtan tekrar tekrar yaratır. Böylece bebekte öznel bir olgu gelişir; bu anne memesi dediğimiz şeydir. Anne gerçek memeyi tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar... Bebek nesneyi yaratır, ama zaten orada yaratılmayı ve duygu yatırılmış bir nesne haline gelmeyi beklemektedir? ?(Winnicott 1998).

Burada çok ilginç bir durumla karşılaşıyoruz: Başlangıçta, stresörlerle karşılaştığında, neyi, ne için ve nerede bulacağının ayırdında olmayan bir psiko-fizyolojik kargaşa yumağı (ayrışmamış şiddet karmaşası) olan bebeğin, herhangi bir ?yaratı kaygısı? nda olduğunu söylemek doğru olmaz. Gereksinimlerinden doğan gerilimlerin çözümü ise, olmayan bir şeyin, olmasına bağlıdır. Yani başlangıçta olan, ?olmayan şey? dir. Çocuğun eylemlerini karşılayacak nesneyle kurulması gereken özne-nesne bütünlüğü, olmayan nesnenin var edilmesine bağlıdır. Bu da yaratıcılığa, dünyayı ve kendini yarattığı gibi? bilme ?ye karşılık gelir. Şiir gibi:

?Şiirin içinde barındıracağı ?varlık' ?yokluk' tan türer, şairden değil ve şiirin sahip olacağı ?müzik' şiiri yapan bizlerden değil, sessizlikten gelir; tıklatmamıza cevaben gelir.. Şairin işi, dünyanın anlamsızlığı ve sessizliği ile, onu anlama zorlamak için mücadele etmektir; sessizliği ses, yoku var yapana dek. Bu iş dünyayı ?bilnıe? vi üstleniştir? (>A. MacLeish: Poetry and Experience, Boston 1961<; May / 987>

Anne kendini (memesini) ve eylemliliğini, bu ?olmayan şey? yerine koyarak, yani çocuğu (şiddetinin açılımında) karşılayarak, onun gerilimini yumuşatır; dünyasını tamamlar. Bu ?şefkat?tir. Gerilim kargaşası bir düzene girmiştir; ürünü de yaratılan annedir, memesidir, kucağıdır... Olmayan şey yaratılmıştır. Ancak yaratıyı ortaya çıkaran, çocuğun ütenci değildir. Tersine, yaratı istence kaynak oluşturmuştur. Neden-sonuç bağlantısındaki bu sıralamanın değişmesi yani yaratının istencin sonucu olduğu kanısı, annenin çocuğun merkeziyetini (şiddet özgünlüğünü) kendisine duyumsatan diğerkam tutumuyla (şefkatiyle) mümkün olacaktır: Elbette ki çocuk önce - meme sonradır; istenç önce, yaratı sonradır. Şefkat. şiddetin yaratıcı özgünlüğünü mümkün kılmıştır: Öznenin, yaratıcı şiddet çekirdeği birincil nesne ilişkisinden damıtılmıştır.

?Özne? tanımlamasıyla devam edelim: Burada, dar bir ansiklopedik tanımlama, konumuzun ele alınışı bağlamında yeterlidir:

?Bilince benzer her türlü düşünceyi temellendirdiği varsayılan ve karşısında gerek düşünce içeriğinin, gerek dış dünyanın birer nesne oluşturdukları bireysel ve gerçek varlık? (Büyük Larousse XVII: 9083).

İnsan zihni --özne konumundan-- nesnelerini tanımlar, ayrıştırır ve bağlantılandırırken , ?eylemekte ve eylenmekte? dir. Eylenilen ve eyleyen nesneler, öznenin ?kendi? (öznel) nesneleridir; dolayısıyla özne, --?özne-nesne bütünlüğü?nü gözeten bir vurgulamayla--, nesneleriyle ilişkisi içinde varolur. Bu ilişki, öznenin (yani merkezdeki zihnin) ?nasıl? ının da dinamiklerini içerir. Özne, ?eylediği ve eylendiği? nesnelerinden soyutlanabilecek, apayrı bir varoluş içinde değildir. İç ve dış nesne ilişkileriyle şekillenir; ancak nesnelerinden farklı bir boyutta kendini var eder. Özne. nesne ilişkilerinin katma değeridir (Bu katma değerin getirisi ?özgürlük ve ?özgünlük?tür elbette ödenecek vergisi de olacaktır: Sorumluluk).

Başlangıçta, yani erken süt çocukluğu döneminde bir ?özne? varsayımı herhalde olanaksızdır. Belki bir ?potansiyel-özne?den. ?özne-olasılığı-çekirdeği? nden hatta ?ön-özne?den dem vurabiliriz. Ancak yukarıdaki --kendilik ve öteki bilinçliliğini de kapsayan-- özne tanımlaması için henüz erkendir. Ruh doğmamıştır: doğan ve kendini öylesine ortaya koyan, beden, dolayısıyla da bedensel gereksinimlerdir. Özne doğmaz; olur. Özneyi olduran, şefkat-şiddet geril imidir.

Dinamik psikoterapiler pratiğinde yorumların, yani öznel sistematiği yeniden yapılandırma girişimlerinin doğruluğu. Terapötik etkinliğine endeksli olarak kabul edilir. Yanlış yorum, bu açıdan etkisiz kalanıdır. Anlamlı bir bütün oluşturmaya katkısı, sair öznel öğelerle bağlantısındaki uyum ve estetik değeri, yorumun değerini belirler. Kişiye yaratıcı ve semptomsuz bir yaşamı açması, yorumun doğru olduğuna işaret etmesi açısından yeterlidir (Tress 1985). Bu doğrular, ?henüz? yanlışlanmamış olsa da , yanlışlanmaya açıklığı, yeni yaratıcı hamlelerin önünün tıkanmasını engeller. hatta, yorumun önce anlam ve gerçekliği oluşturduğu (yarattığı), sonrasında da kendi yarattığı gerçekliği referans aldığı iddia edilebilir (Loch ve Jappe 1974). Karşımıza olmuş-bitmiş bir kişilik yapılanmasıyla çıkan bir erişkinin terapötik değişimi için bu savlar ileri sürülebilirken, tam anlamıyla şekillenmeye açık bir çocuğun, annesiyle olan mutlak ilişkisinde, nasıl ilişki partnerinin şiddetine açık, şefkatine de muhtaç olduğunu gözümüzde canlandırabiliriz. En masum ve gelişime açık ebeveyn ideolojisi olan yaratıcı çocuk yetiştirme fantezisi dahi, bir anlamda şiddettir. Ebeveynin fantezi, istek ve beklentilerinin çocuğa implantasyonudur. Bu ?kötü? bir şiddet değildir', ancak şiddettir. Bebeklerinin eyleminde amaçlı devinimler görme meylinde olan ebeveyn, onu daha iyi izlemeye. davranışlarını daha hassas yorumlama ve yanıtlamaya, bu yanıtlarını ?daha çok? bebeğinkilerine uyarlamaya çalışırlar. Bu da çocuğu ilişkilerinde giderek daha aktif bir tutum benimsemeye götürür (Rauh 1987).

Zaten salt şefkat, çocuğun kendi dünyasını ?yapması? için yeterli değildir. Şefkat, önce bedensel, sonra ruhsal ve sosyal gereksinimlerin açılımı için gerekli ortamı sunarken, çocuk çevrenin, yani ebeveynin şiddetiyle de karşılaşır. Ebeveynin şefkat boyutu içinde kendini göstermesi, türün ve toplumun ?doğrular? ını, (-ki bunlar amaçlara ulaşım için ortamın sunduğu ?gereksinilen araçlardır. Dreitzel 1972) çocuğa sunmasıyla birliktedir. Burada şefkat, şiddetle iç içedir. Şiddet bunun neresinde diye sorulacak olursa, yanıt için ebeveynin, ebeveynin taşıdığı ortak kültürel değerlerin. bireyi birlikte yaşamaya hazırlayan şiddetine işaret ederim. Tabii ki bazı kısıtlamalar ve engellemelerle birlikte... Yaratıcı süreç de bu gerilimin ürünüdür.

?Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar.? (May 1987,).

Tekrar vurgulayalım: Yaratıcılık, dünyanın tamam? edilmesi eylemidir. Bir eylem sürecidir, durum değildir... Yaratının hiçbir zaman tamam olamayacağı ön-bilgisini taşır; zira sürekli yenilenecek gereksinimler hep bir şeylerin eksik kaldığının göstergesidir... Ancak tamam edilebileceği ümidini de içerir, ki bu ümit yeni eylemlerin doğuşunu, yaratıcı karşılaşmalara açılımları mümkün kılar. Özne, öznel / özgün eylemliliğiyle ?dünyasını? yeniden - yeniden yaratır; tamamlamaya çabalar. Bu eylemin psikolojideki karşılığı ?öz nesne bütünlüğü? arayışıdır.

Bebeklik döneminin tüm güçlülük yaşantısında ilk(sel) yansımasını bulan yaratıcılıkta, nesneye t anneye) düşen görev, çocuk tarafından yaratılmasına izin ve olanak vermek ve yaratılma(sı)nın. çocuğun eylemliliği sonucu gerçekleştiğini onaylamaktır. --LBurada Kohut'un ?aynalama? (mirroring) aktarımı (1998 a,b) tanımlamasını aşan bir annelik işleviyle karşılaşıyoruz.]-- Öznel dünya, yaratıldığı şekliyle ?tam?dır; oluşan yaratı, anne-çocuk arasındaki ?şiddet-şefkat? ilişkisinin sonucudur ve anne, çocuğu tarafından, çocuğu için yeniden-yeniden yaratılmaya onay vermektedir.

Yaratıcı kaynak çocuğun gerilim kargaşasıdır; ancak istenci değildir. Çocuğun, içinde sürüklendiği bir ?eksiklik? duyumsaması anne tarafından karşılanmış, yaratı, kargaşanın sonucu imiş gibi sunularak. istencin gücü (tüm güçlülük) olarak yorumlanmıştır. Annenin ?bütünleştirici işlevi?, bölük-pörçük, yarım-yamalak, karmakarışık olanın, çocukta oluşmakta olan individuojenik nüvelerde özümlenmesine olanak verir. Bu işlev çocuğun, yaratısı, yani nesnesiyle (anneyle) bir bütün oluşturduğunu teyit eder:

? Arayış ancak dağınık, biçimsiz bir işleyişten ya da belki de tarafsız bir bölgedeymişçesine oynanan yarım yamalak bir oyundan kaynaklanabilir. Yaratıcı olarak tanımladığımız şey ancak burada, kişiliğin bu bütünleşmemiş durumunda ortaya çıkabilir. Bu, kişiye geri yansıtıldığı takdirde, ama ancak geri yansıtıldığı takdirde bireyin örgütlü kişiliğinin bir parçası haline gelir, nihayet bu da bireyin var olmasını, bulunmasını sağlar, kişinin bir kendisi olduğunu varsaymasına imkan tanır' (Tinnicott 1998).

?Yeterince iyi anne?, şefkatiyle, bebek-öznenin kendi kendisini, yani ?öznel nesnelerini yaratıcı şiddeti?ni açabilmesi için güvenli bir ortam hazırlar. Unutmamalı ki özne, nesnelerini yaratarak, kendisini oluşturmaktadır. -

Erken dönem anne-çocuk ilişkisinin en önemli özelliği sınırsızlığıdır. İstencin /arzunun ?içeriği? olan nesne, arzuyla birlikte ?yaratılır?; yaratılan yaratanın isteminde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Anne çocuğun, ?yaratıcı özne? olarak varlığını ve olabilirliğini mümkün kılar...

Ya da ketler: ?Bütünlük nesneleri?nin, özneyi zorlayarak, açılımını kendi özgünlüğü ve denetiminde kullanmasını, kendi dünyasını yaratmasını engellemesi ya da onaylamaması (hiç'lemesi), bireysel psikopatolojilerin oluşum düzeneğidir. Karşı-şiddet, özneyi işgal etmiştir. ?Sağlıklı? yaratıcılığın tersine, özgün eylemleri ?hiç?lenmeyle / ketlenmeyle karşılanan öznenin ?abortif yaratıcılık? çabaları, yaratıların hiçbir zaman özne-nesne bütünlüğünü oluşturamayacağı ümitsizliğini içerir.

Yaratıcılık --aslında-- bir yanılsamadır: dolayısıyla insanın yaratıcılığından söz etmek de doğru değildir. Ancak yaratıcılık peşinde koşmak, yani anne şefkatinin çocukta mümkün kıldığı yanılsamayı taşıyabilmek, belki de yaşamı anlamlı kılan en önemli öğedir. İnsan, dünyanın tamam edilebileceği ümidini taşıdığı oranda, ve bu ümidi, merkezinde kendisinin olduğu duygusal ve bilişsel bir dizgeye aktarabildiği oranda özgün varoluşunu biçimlendirme imkanı bulur.

İnsandaki yaratıcılık ten anladığım. -?hiç tamamlanmayacak?? bir yaratıcı sürecin kahramanı, onmaz bir bütünleşme sancısının taşıyıcısı olabilmesidir. Dünyanın tamam edilmesi arayışında, varoluş şiddetini karşılayacak gerçek nesne, --ilksel anne-çocuk birlikteliğindeki anne-- öznel zararının gerisinde kaybolmuş, mutlak bütünlüğüyle hiçbir zaman ?yeniden' yaratılamayacaktır. Ancak kısa dönemler için, kısıtlı bir tamamlanmışlık hissi veren muadilleri, dünyayı tamamlama ümidini canlı tutacak ve yeni yaratıcı açılımlara olanak tanıyacaktır.

Çocuğun eylem-öznelliğinin (şiddet özgünlüğünün) reddedilmesi; annenin kendi eylemliliğini, çocuğunkini işgal edecek şekilde açmaya çalışması, kendi gereksinim, beklenti ve isteklerini sanki çocuğunmuşlar gibi ona yüklemesine yol açar: Çocuğun öznelliği anne eylemliliği tarafından iğfal edilmiştir. Çocuğunkinden daha güçlü olan annenin şiddeti, çocuğu silmiştir. Annenin kontrolü altında oluşan şey, güdülen ve güdükleştirilen bir çocuk öznelliğidir. Burada Winnicott'un ?false-self' (sahte-kendilik) kavramına uyan bir özne gelişimi görüyoruz (1998). Gelişimin ileri aşamaları, çocuğu ?hiç?leyen bir kısır döngü içine sürükleyecektir. Anne kendi işgalci şiddetinin karşılığından başka bir şey olmayan çocuğun eylemlerini, ona ait özgün eylemler olarak algılayacak; böylece kendisini doğrulayan/pekiştiren bir kısır döngü oluşturacaktır. Sonuçta dış bir kabuk içinde güdükleşmiş ?true-self' (gerçek-kendilik) hiç bir zaman özgün eylemliliğini açamayacak; sürekli bir dış-belirlenme, denetim altında kalacaktır (Winnicott 1998).

Özne, nesnelerinin şiddetiyle sürüklendiği ve nesneleriyle arasına mesafe koyamadığı, kendi varoluş boyutunu koruyamadığı oranda patolojiye açıktır. Alternatifsizdir. Tüm kişilik bozukluklarında bu alternatifsizliği, bildik kanallarda dönüp dururken, öznel genişlemelerini mümkün kılacak gerçek karşılaşmalardan kaçındıklarını görmek mümkündür.

Özne, bütünlük-nesnel erinin uydusu konumunda, dışarıdan belirlenen bir yörüngeye hapsedilmiş olacak, sınırları çizilmiş eylem kanalları dışına çıkamayacaktır. Özne, ?özgün eylemlilik bütünlüğü?nü oluşturamaz; dış bütünlük-nesnelerinin va'zettiklerini kendisininmiş gibi kabul etmek zorundadır. Gerçi bir eylem-bütünlüğünden (özne-nesne bütünlüğü) söz edilebilir; ancak özne yabancı bir bütünlük şemasında sığıntı / kapatma konumundadır.

Yaratıcılığın farkındalığı, öznenin kendi şiddetini kabulünü, ötekine açılımını ve karşılaşmanın coşkusunu mümkün kılar; özgün yaşamı hediye eder. Bireysel ve toplumsal patolojilerin çekirdek sorunu, yaratıcılığın tıkanması, bireyin ya da toplumun kendini korkulu / kaygılı / ürkek bir kısır döngü şemasına hapsetmesidir. Psikoterapi --hangi okulun kuramını güdüyor olursa olsun-- bu kısır şemayı kırmayı amaçlar. Tedavi ortamı, tıkanan yaratıcılığını açabilmesi için, bireye optimal bir şiddet-şefkat gerilimini sunabilmelidir. Terapist ?olabildiğince şefkat - gerektiği kadar şiddet? sloganını kendine kılavuz edindiği ölçüde, büyük ?yanlış?lardan kaçınmış olur. Büyük yanlış, şairin cehennemi tanımladığı gibi ?daral(t)mak?tır. Amaç, sorunlarını çözüp bitirmiş bir özne değil, sorunlarını yaratıcı biçimde çözebilirlik farkındalığına erişmiş bireydir. (2)

Bu çalışma Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından 97B0702 sayılı ?Üniversite öğrencileri arasında çocuklukta cinsel istismar: yaygınlığı, özellikleri ve etkileri? başlıklı proje kapsamında desteklenmiştir.

Çocuklukta yaşanan cinsel istismar deneyimlerinin mağdurlar üzerinde kısa ve uzun vadeli etkileri olduğu bilinmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden 1597 öğrencinin katıldığı bir taramada, 12 yaş öncesi ve 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri ile 18 yaş sonrası tam onaylanmamış cinsel deneyimlerin sıklığı ve özellikleri araştırılmıştır. Cinsel istismar, kendinden en az beş yaş büyük birisi ile yaşanan cinsel deneyimler olarak tanımlanmıştır. Tam onay olmayan cinsel deneyimler, kişinin zorlandığı, isteği dışında gerçekleşen veya olmasını istemediği bir cinsel deneyim şeklinde tanımlanmıştır. Cinsel istismar deneyimleri ve kişi ile ilgili diğer bilgiler, 114 sorudan oluşan Finkelhor'un (1979) anketinin uyarlanmış bir versiyonu ile toplanmıştır. Katılımcılar, bilgileri bir ders saati sırasında aralarında boş iskemle bırakarak ve araştırmacıların gözetiminde doldurmuşlardır.

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...