Günümüzde İnsanların Yaşadığı En Yaygın Korkular Arasında / Psikolojik Sorunlar
Korku, tüm insanlarda ortak, doğal ve evrensel olan bir duygu durumu olarak tanımlanabilir.Korkuyu kabaca iki gruba ayırabiliriz : somut korkular ve soyut korkular.
Somut korkuyu gerçek bir tehdit söz konusu olduğunda , organizmanın kendini korumak amacıyla geçtiği alarm durumudur şeklinde tanımlayabiliriz.Soyut korkular ise gerçek ve net bir tehlike ya da tehdit söz konusu olmadığı halde verdiğimiz panik tepkisi olarak ya da uyaranın niteliğine uygun olmayacak boyutlarda verilen bir reaksiyon olarak tanımlanabilir.
Tıp dilinde ise bu tip korkular Panik Bozukluk ve Fobi olarak adlandırılmaktadır.
Fobiler genel çizgileri ile üç gruba ayrılmaktadır ;
Nesne fobileri (böcek, kelebek,köpek, sivri uçlu eşya gibi)
Durum fobileri (kapalı yer, açık yer, asansör, yüksek yer, karanlık yer veya yüz kızarması, kalabalıkta konuşma korkuları gibi)
İşlev fobileri (altına kaçırma, gaz kaçırma, terleme vb.)
Günümüzde insanların yaşadıkları korkular ise içinde bulunduğumuz çağın getirileri doğrultusunda belirgin değişimlere uğramıştır.Eski çağlarda yaşamış olan atalarımız terör nedir bilmezken onların torunları olan bizler terör karşısında tir tir titremekteyiz.Savaştan savaşa koşan atalarımız belki de rahat yüzü göremeden bu dünyadan göçüp gittiler.Oysa biz rahat dışında pek bir şey görmemiş bir kuşak olarak savaş ve savaşa dair herhangi bir şey karşısında tüyleri diken diken olan bir nesiliz.Savaş ya da terör , insanın malına ve canına kast eden durumlar.Yani bir insanın sahip olduğu en değerli şeyleri hedef alan ve onları yitirmesini hedefleyen yaşam olayları....
Onbeş Kasım 2003 sabahı saat dokuzda saatim çalmadan uyandım ve bir şeyler içmek üzere mutfağa yöneldim.Tam o sırada korkunç bir gürültü ile yerimden sıçradım.O anda tam olarak şöyle düşündüğümü çok iyi anımsıyorum ; ?Allah Allah bu saatte iftar topu mu atılıyor ?? O dakikada yer ve zaman mevhumum birbirine girmişti adeta.Kötü bir şeylerin olduğu sezgisi ile yoğun bir sıkıntı duygusu içinde pencereye koşup neler olduğunu anlamaya çalıştım.Görünürde alevler yoktu ama Galata Kulesi ?nin olduğu taraftan beyaz dumanlar yükseliyordu.Tatil sabahının mahmurluğu ile evin içinde dolaşıp durdum.O sesin Neva Şalom Sinagogu ?nun bombalanmasından kaynaklandığını öğrenmem ise saatler sonraydı.
Daha sonrası ise hepimizce malum.Önce kim neden yaptı soruları.Daha sonra ise insanlık dışı görüntüler karşısında duyulan öfke.Son olarak ise korku ve yılgınlık duyguları.Seksenli yıllardan beri terörün acısını yavaş yavaş unutan ülkemizde birden bire terör rüzgarları esmeye başlamış, arka arkaya gerçekleşen patlamalar ,ölümler, yaralamalar, acılar bizi ta derinden sarsmıştı.Evimizden dışarıya çıkmaya korkar olmuştuk.Nede olsa gidip de dönememek , dönüp de bulamamak vardı artık...Üzerinde rahatça dolaştığımız vatan
Topraklarımız sanki ayaklarımızın altından kayıp gitmekteydi.Gözümüz yolda, kulağımız kirişte her an huzursuz durduğumuz yerde duramaz hale gelmiştik.Yaklaşan Ramazan Bayramı için nasıl alışveriş edeceğimizi, alışveriş merkezlerine gitmenin doğru olup olmayacağına karar veremeyen bir millet....
Tüm bir toplum olarak hepimiz az ya da çok Travma Sonrası Stres Bozukluğu ?na ait belirtilerin bir ya da bir kaçını göstermeye başlamıştık.Travma Sonrası Stres Bozukluğu genellikle akut bir rahatsızlıktır.Travmatik olaydan birkaç saat, birkaç gün, hatta birkaç ay sonra ortaya çıkabilir.Uygun bir tedavi ve iyi bir rehberlik ile hasta kısa sürede normal yaşama döner.
Terör kadar içimizi titreten bir diğer korku ise deprem korkusu, daha doğrusu doğal afet korkusu diyebiliriz.Ama ülkemiz en dramatik haliyle deprem felaketlerini yaşamış olduğundan ilk akla gelen deprem korkusu olmakta.
On altı Ağustos 1999 sabahı saat dört sularında yaşadıklarımızı çoğumuz hala unutmuş değiliz.O günlerde ekranlarda sık sık karşımıza gelen ?Orada kimse var mı ?? cümlesi hatırladıkça hala yüreğimizi burkar.O sabahtan geriye kalan aylarca hatta yıllarca sarılamayan yaralar, yerine koyulamayan kayıplardır....Doğal afetler nerede ne zaman karşımıza çıkacağı belli olmayan bir anlamda doğanın yarattığı bir terördür de denilebilir.Bir anda her şeyimizi alıp götüren , sevdiklerimizi ve sevdiğimiz her şeyimizi silip süpüren bir felaket.On altı Ağustos sonrası insanlar günlerce sokaklarda yattılar.Sağlam olan evlerine bile girmeye cesaret edemediler.En ufak bir titreşim onları büyük bir deprem oluyormuşçasına yerlerinden zıplattı.Evet tam anlamıyla zıplattı.Çünkü tehlike büyüktü, yol açacağı kayıplar onarılamazdı.
Hiç kimse bir diğerini böyle büyük bir tehlike karşısında korktuğu ya da paniğe kapıldığı için alaya almayı düşünemezdi bile.Aylarca hatta yıllarca deprem üzerine konuşuldu, felaket teorileri üretildi, büyük deprem için tarihler belirlendi, vs vs. En sonunda ise ?korkunun ecele faydası yok ? diyerek , alınması gereken önlemler alınmaya başlandı,yapılması gereken düzenlemelerin yapılmasına gidildi. Bu yapılması gereken sağlıklı davranış da bu idi zaten.Ama hiç bir şey yapmadan sürekli her an deprem olacakmış gibi tetikte yaşamak ve günlük yaşamını sürdüremez hale gelmek bizi güldüren korkular sınıfına girecektir elbette.
Şimdi size bir soru sormak istiyorum ; ?Bir insanın bu dünyada en çok sevdiği varlık nedir ?? Çoğunuzun ? tabi ki çocuğudur .? dediğinizi duyar gibi oluyorum. Özellikle de kadınlar için çocukları ayrı bir önem ve anlam taşır.Çünkü doğa onları en başından birbirine bağlamakta, çocuklar ilk dokuz aylarını annelerinin karnında geçirmektedirler.İşte bu da anne ile çocuk arasındaki o anlamlı bağı oluşturmaktadır.Özellikle kadınlarda rastlanılan çocuğunu yitirme korkusundan bahsetmek istiyorum biraz.Eşim çocuğumuza hamile olduğu günlerde anne karnında ölen bebek hikayelerinden oldukça etkilenmiş ve bebeğimiz altı ayını doldurana kadar hiç bir hazırlık yapmamıştı.Ne bebek için bir giysi, ne de bebek odası hazırlamak..İkinci aşamada ise ?Ya bebeğim doğum sırasında ölürse ya da ölü doğarsa ?? endişelerini yaşamaya başlamıştı.Onca süre bir sürü zorluklarla onu karnında taşıyan eşimdi.Benim bu endişeleri anlamam yada aynı endişelere kapılmam biraz zordu tabii.İlk çocuğumu kaybetmek ya da onun ölü doğması halinde bir babanın üzüleceği de kesindir ancak bir annenin yaşadıklarını yaşaması da mümkün değildir.İşte bundan dolayı bu korkunun adı ?Annenin çocuğunu yitirme korkusu? dur.Bu korku sadece hamilelik ve doğumla sınırlı değildir tabi ki.Bir anne çocuğunu kaybetme endişesini bir ömür boyu içinde taşır ve çoğu anne zaman zaman ?Allahım lütfen önce ben öleyim, bana evladımın acısını gösterme? şeklinde iç konuşmalar yaparlar.
Madalyonun bir de öbür yüzü var tabii.O da çocukların anne babalarını kaybetme korkuları.Hepimiz zaman zaman çocuğumuzu kendi ölümümüzle tehdit etmişizdir. ?Senin bu yaramazlıkların bir gün beni öldürecek.? , ?Anne-babasız kalınca anlarsın kıymetimizi .? vs.
Bu hem bir acındırma, hem de bir korku ve sindirme yöntemi olup çocuğu olumsuz biçimde etkiler.Çünkü bir çocuk için en büyük korku ve acı yaratan durum anne babasını kaybetmek, yalnız kalmaktır.Ayrıca anne babanın ayrılacağı ya da boşanacağı yolunda belirtilerin olması da çocukları çok fazla korkutur ve üzer.Boşanmanın olması halinde artık eskisi kadar sevilmeyecekleri, evden giden ebeveynin kendilerini arayıp sormayacağı endişeleri çocuğun tüm yaşamını etkiler.Okul başarısı düşer, arkadaş ilişkileri bozulur.Çocuk kalesi yıkılmış bir asker gibi tüm güvenini ve güvencesini yitirmiş bir hale gelir.
Çocuklarımızda sık rastladığımız bir diğer korku ise sınav korkusudur.İçinde yaşadığımız çağ bir anlamda sınav çağı olduğuna göre korkusunu da beraberinde getirmiştir tabi ki.Oyun oynayacakları yaşta o dershane senin bu dershane benim gezdirdiğimiz çocuklarımızın ortak konuları hangi dershanenin daha iyi olduğu, hangi kolejin eğitiminin en iyisi olduğu şeklini almıştır.Çocuklarımızı ve gençlerimizi bu ruh haline soktuktan sonra ?Bu sınav korkusu da nereden çıktı canım ? diye sormak abesle iştigalden başka nedir ki !
Şu ana kadar sözünü ettiğimiz korkuların hemen hemen hepsi aslında tek bir şeye işaret eder gibidir ; Ölüm korkusu.Onun bir adım önünde ise yaşlanma korkusu gelmektedir.Kimi insanda yaşlanma korkusu genç yaşta , saçlara düşen bir tel beyaz , gözlerin altına bir çizgi düştüğü zaman başlar.Bu insanlar bundan sonra bütün yaşamlarını yaşlanma korkusu içinde sürdürürler.Genel olarak yaşlanma korkusu kadında ve erkekte yaş dönümü çağına yakın ya da bu çağ içinde başlar.Her iki cinste de yaşlanma korkusunun altında ölüm korkusu yatar.Orta yaşa gelen,yaşdönümüne yaklaşan insanlar kendileri ve çevreyle hesaplaşmaya başlarlar.Geçen zaman içindeki hatalı, çirkin, kötü, eksik, olumsuz davranışlarını anımsarlar.Kalan zaman içinde doğru, güzel, iyi, tam olumlu davranmayacaklarını düşünürler.Kısaca geçmişi ve geleceği karamsar, ve kötümser duygular içinde tasarlayıp yorumlarlar.Yaşlanmak ölüme biraz daha yaklaşmaktır.Terörden, depremden, yangından ya da başka bir şeyden ölmemişsek eğer yaşlılıktan öleceğiz demektir.Tabi bu işin biraz daha esprili bir anlatımı oldu.Yaşlılık demek yetersizlik demek, kendi kendine yetememek demektir.O güne kadar kendi ayaklarımız üzerinde durmayı , varoluşumuzu bir başımıza sürdürmeyi başaran bizler artık bir başkasının yardımına, desteğine ya da bakımına ihtiyaç duyar hale geliriz.Ancak bu herkes için geçerli değildir.Kendi kendine yetebilen, yaşamını tek başına da sürdürmeyi başaran bir çok insan var.Yaşlanma karşısındaki tavır alışlarımızı belirleyen birazda temel kişiliğimiz olmaktadır.?Ben artık yaşlandım, hayattan elimi eteğimi çekip köşeme geçeyim.Bundan sonra biraz da çocuklarım beni baksın.? Zihniyeti bireylerin zamanından önce yaşlanmalarına ve can sıkıcı birer kişi haline gelmelerine yol açmaktadır.Eğer önemli bir sağlık sorunumuz yoksa her yaşın kendine göre güzel tarafları muhakkak vardır.Önemli olan bunları bulup ortaya çıkarmak ve hayatı zevkle yaşanacak bir noktada tutmayı bilmektir.
Gelelim en evrensel korkumuz olan ölüm korkusuna.Daha öncede altını çizdiğimiz gibi hemen hemen bütün korkularımızın altında yatan temel korkudur ölüm korkusu.Kendimizin ya da sevdiğimiz birisinin ölebilecek olması ihtimali bir sürü evhama kapılmamıza yol açmaktadır.Ölüm korkumuz bin bir surat gibidir.O kadar farklı maskelerle karşımıza çıkmaktadır ki onu tanımamız mümkün olmamaktadır.Çoğumuz ölümü bir yok oluş şeklinde yorumlarız.Ölümden öte köy yoktur ki ! Ölüm korkusu ile başa çıkabilmek amacıyla herkes kendine göre bir takım inançlara sığınmaktadır.Kimilerimiz Reankarnasyona inanarak yeniden dünyaya geleceği umuduna sığınır, kimimiz dini inançları doğrultusunda yeniden diriliş ve cennetle ödüllendirileceği inancıyla teselli bulur.Bazı insanlarda yaşamları sırasında yarattıkları ve oluşturdukları eserlerle ölümlerinden sonra da hatırlanmayı , bir anlamda unutulmamayı hedeflerler.? Seni anımsayan tek bir kişi kalmadığında gerçekten ölmüşsün demektir .?cümlesi ölüm karşısında bizi biraz da olsa teselli eden bir cümledir.
Tüm bu korku ve endişelerimizle yaşamak zorunda mıyız ? Tabii ki hayır.Bu hastalıklar Psikiyatrinin alanına girmektedirler.Endişe ve korkularımız dayanılmaz hale geldiğinde ve günlük yaşamımızı sürdüremez olduğumuzda hemen bir profesyonele başvurmalıyız.Onlar bizim için en uygun tedavi yöntemini belirleyeceklerdir.Peki nedir bu yöntemler ?
- İlaç tedavisi, MAO inhibitörleri,SSR'lar ve Benzodiazepinler.Ancak Fobilerin tedavisinde genellikle bu ilaçlar fazla etkili olmamaktadır.
-Psikoterapi
1-Davranışcı tedaviler ; Fobilerin ve panik bozukluğunun tedavisinde davranışcı yöntemlerin etkinliğinin başka psikoterapi türlerinden daha yüksek olduğu kanıtlanmıştır.Bu tür bozukluklarda en etkin yöntemin ?üstüne gitme ? tedavisi olduğu anlaşılmaktadır.Ayrıca sistematik duyarsızlaştırma yöntemi ile de iyi sonuçlar alınabilmektedir.
2-Çözümleyici (analitik) psikoterapi ; Bu tür psikoterapinin iç görü kazanılarak kişiliği güçlendiren yanı sayesinde faydalı olacağı düşünülmektedir.
psiko-dan.com
Okunma Sayısı: 0 / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?