Mum dibine ışık vermez.
Ara

Asabiyet ve Ahlak Arasındaki İlişki / Psikolojik Sorunlar

Asabiyet ve Ahlak Arasındaki İlişki

Ümran ilmindeki formülasyona göre, asabiyet toplumun oluşumunun; ahlak ise devamının nedenidir. Esasen üretici her türlü faaliyet ve dinamizmin açıklayıcı ilkesi ve muharrik gücü asabiyettir. Tam da bu nedenden ötürü İbn Haldun, asabiyeti tarihin biricik yasası sıfatıyla anmaktadır. (İbn Haldun, 1990; C: I; 81) Gerek bireyin özneleşerek şahsiyet şeklinde kendini ifade edebilmesi ve gerekse toplumun tarihsel aktör sıfatıyla kültürel dinamizmini koruyabilmesi, canlılığını sürdürebilmesi ve böylelikle her bakımdan -siyasal ekonomik vs- daha donanımlı hale gelebilmesi, yüksek düzeyli asabiyetin varlığına bağlıdır.
Ancak asabiyetin kendisi de statik değildir, zaman içinde onun zayıflaması mümkündür; bu nedenle onun da bir forma, yani koruyucuya ihtiyacı vardır. İşte ahlak burada koruyucu ilke olarak devreye girmektedir. Yoksa ne birey şahsiyet bütünlüğünü koruyabilir ve ne de toplum 'birliğini' ve dolayısıyla 'dirliğini' muhafaza edebilir.
Asabiyetle ahlak, tanımları gereği, birbirlerinden farklı olsalar bile, bu iki kavram ümran ilmi bağlamında o denli iç içe geçmişlerdir ki, birini diğerinden ayrı düşünmek neredeyse imkansızdır. O kadar ki, insanla toplum arasındakine benzer bir şekilde asabiyetle ahlak arasında da siret/öz, suret/form ilişkisinden söz edilebilir. Bu ilişki içinde asabiyet öz, ahlak ise form konumundadır. Ancak böyle bir ilişki asabiyeti ahlaka indirgeme ya da ahlakı asabiyetle birebir telif etmek gibi bir yanlışa da götürmemelidir.7
Asabiyetle ahlak arasındaki ilişkiyi daha da belirginleştirmek, onların arasındaki sınır çizgisini olabildiğince netliğe kavuşturmak çalışmanın bu aşamasında bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu görevi yerine getirebilmenin öncelikli bir şartı var, o da; asabiyet kavramının içeriğine nüfuz etmek.
İbn Haldun, "beşeri potansiyelin aktüelleşmesine yönelik 'kararlılık' nasıl oluşmaktadır" sorusunun cevabını ararken asabiyet kavramsallaştırmasına gitmiştir. Filozofa göre (1990: C: I; 352-355), her türlü üretici faaliyet, dinamizm, başarı, doyum ve yetkinliğin arkasında yeter düzeye ulaşmış 'kararlılık' yatmaktadır. Kararlılık; bağlılığın, gayelerin yükseklik ve öneminin bir fonksiyonudur. Bu denkleme göre amaçlar ne kadar yüksek ve onlara yüklenen değer ne denli büyük ise bu amaca ulaşmaya yönelik kararlılık, aşk ve eylem de aynı ölçüde yüksek olacaktır. Tarihin amacı, ruhun kendisini gerçekleştirmesidir diyen Hegel de (Popper, 1985; 14) ruhun özgürleşip kendini gerçekleştirirken bir aracıya başvurmak zorunda olduğunu vurgulamaktadır. Bu aracı O'na göre kararlılık doğuran tutkudur; bağlılıktır. Hegel'in, 'aracı' sıfatıyla tanımladığı tutku ve bağlılık kavramları, asabiyet kavramsallaştırmasıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.
Tam da bu noktada Ziyaettin Fahri'nin asabiyet kavramına ilişkin yaptığı etimolojik çözümleme dikkati çekmektedir. Fahri (1940; 62), bu kavramın "asabe" kökünden türetildiğini, "asabe"nin sözcük anlamı açısından "bağlılık" demek olduğunu belirtmekte, içerik açısından ise onu 'maşeri kudret', yani enerji ve dinamizm kaynağı şeklinde tanımlamanın doğru olacağını söylemektedir. Yine 'asabiyet' kavramının çoğul niteliğinden hareketle Fahri, bağlılık yani birlik/ortaklık ve enerji kaynağının birden fazla olacağına işaret etmektedir. Nitekim İbn Haldun nesep ve sebep olmak üzere iki farklı asabiyet türünden söz etmektedir.
İbn Haldun'un asabiyetin fonksiyonlarına ilişkin yaptığı analizlerde en fazla dikkati çeken husus onu, yani asabiyeti toplumun kurucu öğesi ve kimlik aracı şeklinde tanımlamasıdır. Bir başka ifadeyle asabiyetin, oluşmasına zemin hazırladığı kararlılıkların en önemlisi, toplumun oluşmasına, birlik ve bütünlüğün sağlanmasına yönelik olanıdır.
Asabiyetin bu fonksiyonuna İbn Haldun neden bu kadar önem vermektedir? Bu nokta, çalışmamızın sorunsalı açısından da son derece önemlidir. İbn Haldun bu soruyu şu şekilde cevaplamaktadır: Toplum, insan için ikinci ana rahmidir ve toplum ancak, asabiyet marifetiyle oluşmaktadır. Toplum bu yönüyle tinsel bir varlık olan asabiyetin ete kemiğe bürünmüş biçimlerinden biri, hatta en önemlisi şeklinde yorumlanabilir.
Düşünür (1990, C: I; 102-104); toplumun söz konusu önemini daha açık beyan etsin diye dikkatleri tarihin özü olan insana, insanın doğasına çekmektedir. İnsan, ontolojisi itibariyle hemcinsleriyle yardımlaşmadan, onlarla gönüllü birlikteliklere gitmeden hayatını sürdüremez; tabiatın onun önüne koyduğu zorlukları aşamaz, özünü gerçekleştirip şahsiyet olamaz. Bu nedenle temelinde yardımlaşma ve dayanışma olan toplum her türlü gelişim ve dinamizmin öncelikli şartıdır. (Arslan, 1987; 93)
Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde değerlendirildiğinde, insanları birlikteliğe sevk eden ne kadar bağ ve bağlılık motifi, bir başka ifadeyle ortaklık ve aidiyet unsuru var ise aslında bütün bunları asabiyetin 'zarf'ları şeklinde yorumlamanın mümkün olabileceği gözükmektedir. (Battah, 1994; 120) Bu bağlardan doğal olanları vardır, örneğin kan bağı, hısımlık bağı, komşuluk bağı, hemşehrilik bağı, vatan bağı vs. İbn Haldun bu birincil bağlara nesep asabiyeti demektedir; bilinçle ve idrakle ilgili olanları vardır, örneğin ortak amaç, ülkü, gelenek, inanç, dil, din, dünya görüşü, zihniyet vs. bu ikinci kategoride olanlara ise İbn Haldun sebep asabiyeti demektedir. (Kozak, 1985; 234-237)
İster nesep, isterse sebep asabiyeti kategorisinde olsun, bütün asabiyet çeşitleri ortak fonksiyonlara sahiptir: Bir kimlik aracı olmak; insanları birbirlerine bağlamak, onları birbirinin yardımına koşturmak, anlamlı ve nitelikli birliktelikler oluşturmak ve ortak hedefler çerçevesinde bütün üyelerin dayanışmalarını sağlamak bu fonksiyonların en önde gelenlerindendir. (Arslan, 1997; 237)
Bir kere insanlar ortaklık (aidiyet) bağlarıyla birbirlerine kenetlenip "biz duygusu" ya da "topluluk ruhu" geliştiğinde, hem ümran, hem de sorunları çözmek, engelleri aşmak için elverişli iklim oluşmuş demektir. Bu iklim içinde insanın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik faaliyetler; sosyal, siyasal ve ekonomik organizasyonlar gelişip serpilmekte ve zaman içinde bu organizasyonlar teorik ve pratik akıl marifetiyle daha yetkin hale getirilmektedir. Toplum, böylelikle 'ortak akıl' ve iradenin kotarıldığı bir vasat işlevi görerek üyelerin yaşam serüvenlerinde uğrayacakları güzergahın yol haritalarını ve bu yolda seyahatlerini kolaylaştıracak vasıtaları onların hizmetine sunmaktadır.
Ümran ilminin söylediğine göre, toplum üyeleri için böylesine önemli hizmetler görürken, üyelere de çok ama çok önemli bir görev düşmektedir, o da; toplumsal birliği ve dayanışmayı korumaya yönelik 'bilinçli' çabalar içine girmek. (İbn Haldun, 1990; C: I; 362-368)
Ancak bu noktada şöyle bir soru akla gelmektedir; madem ki, toplum, tanımı gereği gönüllü bir birlikteliktir; gönüllü olarak bir araya gelen insanları birbirlerine karşı koruma ihtiyacı nereden kaynaklanmaktadır? Bir başka şekilde bu soruyu soracak olursak; 'biz duygusu'nu ve 'topluluk ruhu'nu zayıflatan, gönüllü birlikteliği zaafa uğratan objektif nedenlerden söz edilebilir mi?
İbn Haldun bu nokta da oldukça ilgi çekici analizler yapmaktadır. Ona göre, (Azmeh, 1981; 71) her ne kadar insan tabiatı/ruhu ilk halinde, yani toplum öncesi durumda bir "heyula" suretinde, yani Erich Fromn'un (1990, 35-36) deyimiyle "boş" olsa, 'yozlaşmamış' bir keyfiyette bulunsa bile, bu durum daha çok, yozlaşma fırsatlarının bulunmayışı, bir başka ifadeyle "tekellüfsüz/sade yaşam" nedeniyledir.8
Toplum, moral bir varlıktır ve tabiatı yozlaşmamış insanlar tarafından kurulmaktadır. Çünkü özgürlük, eşitlik ve kardeşlik duygularının güç verdiği asabiyet bu karakter yapısındaki kimseler arasında güçlüdür; ancak toplum şekillendiğinde ve ardından bayındırlık hizmetleri artıp sosyal, politik ve ekonomik düzeyde belirli bir olgunlaşma, bir başka ifadeyle kurumsallaşma dönemine geçildiğinde, iktisadi bolluk yaşanmaya başlandığında ilk bakışta paradoksal gibi gözükse de çeşitli haksızlıklar ve zulümler baş göstermeye başlamaktadır. (Hassan, 1997; 258) Bu aşamada -yozlaşmayı engelleyecek bilinçli çabalar gösterilmediği sürece- insanların tabiatı yozlaşmaya başlamakta ve böylelikle nitelikli birlikteliğin unsurları olan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ilkeleri zedelenmekte, toplumun kurucu öğesi olan asabiyet zayıflama sürecine girmektedir.
Böyle olumsuz bir gelişmeye yol açan gelişmeler nelerdir acaba? Her şeyden önce, iş bölümü ve uzmanlaşma marifetiyle üretime dönük beceriler geliştiği için nispi bolluk yaşanmaya başlanmıştır. İbn Haldun'un da işaret ettiği üzere, her türlü imkanı insanın önüne koyan "tecrübi akıl", toplumun sağladığı iklim içinde gelişme sürecine girmektedir. Böylece doğası gereği doymak bilmez arzulara sahip bir varlık olan insanın bu arzularının kamçılandığı bir vasat oluşmaktadır. Bu vasatta9 insanlar, sadece daha fazla şeye sahip olma peşinde koşmakla kalmayıp; aynı zamanda "sahip oldukları" bu şeyleri mükemmelleştirmeye koyulmaktadırlar. İnsanlar, tabiatları gereği, yedikleri içtikleri şeylerden giydikleri elbiselere; oturdukları evlerden, seyahat ettikleri binek vasıtalarına kadar her şeyin lüks ve daha gösterişli olanını elde etmek istemektedirler. (Mahdi, 1957; 214 )
Vurgulamak gerekir ki, tüketim ürünlerinin çeşitlenerek daha kaliteli hale gelmesi pozitif bir gelişmedir. Ancak insanlar yukarıdaki amaçlarına ulaşmak üzere İbn Haldun'un deyimiyle 'tecrübi akıllarını' geliştirirken 'temyiz akıllarını' ihmal ederlerse, yani sahip oldukları şeyleri mükemmelleştirdikleri kadar kendi içsel niteliklerini geliştirmezler, davranışlarını güzelleştirmezlerse bu durum aslında ciddi bir çöküşün habercisidir.10 Çünkü insanlar zamanla lüks bağımlısına, konfor ve haz düşkününe ve tüketim çılgınına dönerler, böylelikle onlar bizatihi bir değer olmaktan çıkıp, sahip oldukları şeylere göre kendilerine değer atfetmeye başlarlar. Bu sürecin sonunda onlar yozlaşır; şahsiyet bütünlüklerini kaybeder ve kendilerine; dolayısıyla insanlık haysiyetine olan inançlarını ve saygılarını yitirirler. Tutkular, yüce idealler yerlerini fetişizme; yüksek zevkler ise kendinden geçiş getiren, taşkınlıklara yol açan anlık uzvi ve genital zevklere bırakır; en sonunda insanlar hedonizmin batağına saplanır ve tabiatlarını büsbütün yozlaştırırlar. (İbn Haldun; 1991; C: II; 296)
İbn Haldun (1990; C: I; 310) bu süreçte, özellikle yönetici kesim ve onlara yakın olanların tekellüflü/gösterişli yaşama yöneldiğini; sürekli daha fazla tüketim, daha gösterişli metaların peşinde koştuklarını belirtmektedir. Tüketim ve israfın giderek daha çok artması, üretici kesimden daha fazla verginin alınması anlamına gelmektedir. Vergilerin artması ve çeşitlenmesi daha fazla zulmün artmasından; insanların emeklerine yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Yüksek vergilerden kurtulmak isteyen halkın ise bu vergilerden kurtulmasının bir yolu vardır, o da: çeşitli sahtekarlıklara baş vurmak. Dolayısıyla tüketim kodlarının değişmesi ahlaksızlığı da beraberinde getirmektedir. (İbn Haldun; 1991; C: II; 266-267)
Bu nokta da İbn Haldun adeta bir psikanaliz yapar ve der ki, insanın ölçüsüzleşmesi, kendi kendinin esiri olması anlamına gelmektedir. İç disiplinini kaybeden, kendi kendine söz dinletemeyen, vicdanını susturan insan sadece kendine zulüm etmek, öz tabiatını kirletmek ve ona yabancılaşmakla kalmaz, etrafındakilere de zulüm etmeye, onları da sömürmeye ve onlarla olan bağlarını koparmaya, onlara karşı yabancılaşmaya başlar. Sürecin sonunda yapayalnız kalan bir zavallıya döner. Özverili, erdemli ve topluma karşı sorumluluk duygusuyla hareket eden karakter özelliğindeki insanların yerini; bencil, rahatına düşkün, korkak, tembel, açgözlü kişilik tipleri alır (Arslan, 1987; 151) ve bu süreç içinde birlik ruhu ciddi şekilde yaralanır. İnsanlar arası ilişkiler eşitlikçi ilişkiler olmaktan çıkar; içtenlikli ve sıcak ilişkilerin ve gönüllü birlikteliğin yerini, gerilimli ve soğuk ilişkiler alır.
Birlik ruhu zayıfladığı, ortaklık duygusu zayıflama sürecine girdiği için toplum, artık toplum olma özelliğini yitirmiş; kimliksizleşmiş ve dolayısıyla sorunları çözebilmeye yönelik ortak akıl ve iradenin vasatı olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bu süreci yaşayan bir toplumda bir tarafta sömürenler, diğer tarafta sömürülenler; bir tarafta acı, keder, umutsuzluğun egemen olduğu yerleşim birimleri, diğer yanda tükettikçe varolduğunu sanan kesimlerin bol eğlence merkezli ve gece hayatını mümkün kılan semtleri ve bu semtteki bohem yaşamı simgeleyen 'vur patlasın çal oynasın' temalı müzikleri yer almaktadır. Böylesi bir toplumsal vasatta gönüllü birliktelikten söz etmek mümkün değildir; çünkü toplumsal bağlar kopmuş ve toplum kendi içinde parçalanmıştır. Güçlü asabiyetin gereği olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri buharlaşma sürecine girmiştir.
İnsan doğasının ikili yapısı11 yukarıda çizilen olumsuz tablonun ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. İbn Haldun bu olumsuz tablonun ortaya çıkmasını engellemek için 'tecrübi akıl' gelişirken mutlaka 'temyiz aklı'n da gelişmesi gerektiğini belirtmektedir. Temyiz aklı insanın bilinçli bir şekilde yozlaşmadan korunmak üzere çaba sarf etmesidir. Aşırılıklardan kaçınması ve sorumluluğunun bilincinde olarak yapıp ettiklerini değerlendirmesidir.
İbn Haldun toplumsal birliği koruyan, zulmü önleyen, yozlaşmaya engel olan iki araçtan söz etmektedir; bunlardan biri siyasal egemenlik (regulatory power) diğeri ise ahlaktır. Siyasi egemenlik, elindeki meşru iktidarı hukuk ölçüleri içinde kullanarak insanın insana zarar veren eylemlerini yasaklayıcı bir kuvvet olarak devreye girmektedir. Zulmü önlemek, onu bastırmaya çalışmak siyasi egemenliğin temel misyonudur; ahlak ise sadece zulmü önleyici bir işlev üstlenmekle kalmayıp; aynı zamanda tutum ve davranışları güzelleştirdiği için özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin yaşamasını ve hatta daha güçlü hale gelmesini sağlamaktadır. Bu yönüyle ahlak; bedevi ümranında yozlaşmamış insanların tabiatlarının, imkanlar çoğaldığında yozlaşmasını önlemek üzere girişilen bilinçli bir çaba olarak kendini göstermektedir. Acaba ahlak söz konusu olumsuzlukları gerçekten engelleyip; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini koruyarak asabiyetin zayıflamasını önleyebilir mi? Bu noktada bu sorunun cevabını arayabiliriz.
Ahlak, kelimenin çıplak anlamıyla sorumluluk duygusu içinde davranış sergilemeyi ifade etmektedir. Çağdaş düşünürlerden Levinas'ın ahlakın başladığı yer diye andığı Hz. Musa ile Allah'ın Tur dağındaki konuşmasını burada bir analiz aracı şeklinde kullanabiliriz. Allah'ın 'ey Musa!' nidasına Musa'nın 'ben buradayım' demesi çok ama çok önemlidir. 'Ben buradayım' demek, 'ben özne bir varlık olarak kendimin farkındayım' 'kendi bilincindeyim'; yapıp ettiklerimin ve yapacaklarımın sorumluluğunu taşıyorum ve dolayısıyla hesap vermeye hazırım demektir. Böyle bir bilinç hali ahlak düşüncesinin başladığı yer olduğu kadar, insanın eylemlerinin hem kendini hem de çevresini etkilediğinin farkında oluşudur aynı zamanda. Bu bilinç hali ilk elde insanın hem kendine hem de etrafına zarar vermeme, daha sonra da kendini ona karşı yükümlü hissetme duyarlılığı içinde hareket etmesi, davranışlarını bu duyarlılık ekseninde sergilemesi anlamına gelmektedir. (Levinas, 2002; 205-219)
İbn Haldun da ahlakın iki önemli boyutundan birinin sosyal sorumluluk, ikincisinin ise erdemler olduğunu belirtir. Ahlakın birinci boyutu insanın ne kendini ve ne de başkalarını araçsallaştırması, yani kendi hevesinin bir aracına dönüştürmemesi demektir. İnsanın bireysel yaşamını düzene sokmak, onun iç regülasyonunu sağlamak yönüyle ahlak hem özgürlüğün hem de adaletin garantörüdür. Durkheim de ahlakın bu yönüne dikkat çekmiş ve insanın ancak heveslerinin boyunduruğundan kurtulduğunda, şehvetini (aşırı hırs) dizginlediğinde, kendi kendisinin kölesi olmaktan çıktığında özgürleşebileceğini, kendi içinde adaletli ve adil bir insan olabileceğini söylemiştir. (Ülken, 2001; 140)
İbn Haldun'un ahlakın ikinci boyutu diye söz ettiği erdemler ise kardeşlik duygularının korunması ve güçlenmesi için gereklidir. Erdemler bencillik yerine özveriyi, kin yerine sevgiyi, sömürü yerine yardımı gerekli kılmaktadır. Erdemlerle donanmış kimseler insanla, toplumla ve çevreyle bütünleşmekle kalmaz, aynı zamanda onlara karşı kendilerini yükümlü hissederler; bu yükümlülük salt bir zorunluluk şeklinde tecelli etmez. Aksine, Spinoza ve Leibniz'in de işaret ettiği üzere sevgi ve aşk içerir. (Ülken, 2001; 40-41) Sevmek, sevilenin sorumluluğunu üzerine almak gibi tatlı bir yükümlülüğü insanın omzuna yüklemektedir. Bu yüzden ahlak 'kardeşlik' duygularını da pekiştirmektedir.
Yapılan bütün bu analizler ahlakın, toplumun kurucu ilkesi olan asabiyetin korunması için zorunlu olduğunu göstermektedir. Ahlak, yozlaşmanın panzehiridir ve bu nedenle ahlak hem eşitliğin,12 hem özgürlüğün, hem de kardeşliğin garantörüdür. (Erişirgil; 1997; 265) Bu niteliklerin korunması, toplumun korunması, onun formluk özelliğini devam ettirmesi anlamına gelmektedir. Aksi halde, asabiyet zayıflayacağı için; toplumun birliği zedelenecek ve böylelikle ortak akıl ve iradenin kotarıldığı vasat ortadan kalkacaktır.
Bütün bu analizlerden sonra, ahlakın toplumun neden 'formu'/sureti olduğu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla ahlak, nitelikli birlikteliğin unsurlarını korumakta ve asabiyetin zayıflamasını önlemektedir.

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...