Türkiye'de Yaşanan Krizlerin Arkasındaki Neden: Ahlak Bunalımı, Yozlaşma ve Yozlaşmanın Göstergeleri / Psikolojik Sorunlar
Toplumun doğasına ilişkin buraya kadar yaptığımız analizler, Türk toplumunun tarihin bu kesitinde yaşadığı krizlerin röntgenini çekmek, onların doğasına nüfuz etmek/anlamak ve ümran ilmi bağlamında bu krizleri "anlamlandırmak" konusunda bize bir perspektif vermektedir. Bu perspektiften bakıldığında, Türk toplumunun onu koruyacak formdan yoksun olduğu ortaya çıkmaktadır. Değilse, krizler girdabına girmez; travmatik deneyimler yaşanmazdı. Teorik çerçeve içinde değerlendirildiğinde krizin nedenlerine ilişkin böylesi bir çıkarım doğru olmakla birlikte, acaba empirik veriler de bu argümanı desteklemekte midir? Yoksa anlatılanlar bir retorikten mi ibaret!
Ahlaki buhrana ilişkin su yüzüne çıkan verilerden hareketle bile burada öne sürülen düşüncelerin doğruluğu görülebilir. Yıllık 270 milyar dolar civarında bir GSMH'ya sahip olan bir ülkede sadece bankaların içinin boşaltılmasından kaynaklanan yolsuzluğun miktarının 77 milyar doları bulması; son on yıl içindeki israfın resmi kayıtlara göre 2004 yılının rakamlarıyla 804 katrilyon TL olarak tespiti; ülkedeki kaçak elektrik tüketiminin toplam elektrik enerjisi tüketiminin neredeyse %25'ine varması ve bazı illerde bu oranın %70'ler düzeylerine çıkması; 1.250.000 nüfuslu bir ilde 200.000 adet yeşil kartın haksız kullanım nedeniyle iptal edilmesi; siyasetin rant çarkının manivelasına dönmesi, kamu bürokrasisinde gözlemlenen bilumum kokuşmuşluk; hırsızlık, dolandırıcılık, kalpazanlık, vurgun, soygun ve kap kaç olaylarında gözlemlenen artış; özellikle medyada kendini gösteren şantajcılık ve birbirine çamur atma yarışı, medya organlarının halkı bilgilendirme ve haber verme adına şarlatanlıklar sergilemesi, yasal engellemelere rağmen dezenfermasyonun önüne geçilememesi, dedikodunun "televole" programları aracılığıyla toplumsallaşması, korsan yayıncılığın ayyuka çıkması, sağlığa zararlı ve hileli ürünlerin pazarlarda kol gezmesi, doğanın ve 'yabanıl hayatın' tahribi ve buna göz yumulması, pornografik yayınların evlerin içine kadar girmesi, uyuşturucu ve diğer türden bağımlılıkların ortaöğretim düzeyindeki öğrencilere kadar sirayet etmesi, ahlaki yozlaşmanın hem varlığına ve hem de boyutuna ilişkin önemli empirik göstergelerdir.
Ancak belirtmeliyiz ki, ahlaki zafiyetin somut göstergelerine bu şekilde değinmek; ahlak buhranına ilişkin bireysel mikro bazda ya da toplumsal makro ölçekteki olayların bilançosunu sunmak ya da onları teker teker resmetmek/betimlemek argümanımızı destekleme konusunda bize yardımcı olmakla birlikte; bu 'betimleyici yaklaşım' tarzı, ahlaki yozlaşmanın boyut ve derinliğini 'anlama' konusunda yeterli olmaktan uzaktır.
Bir an için kabul edelim ki, çok sıkı tedbirlerle bütün bu yolsuzluk örneklerine kamu otoriteleri engel olsunlar! Ya da yozluklar, rüşvet olayında olduğu gibi, bir şekilde gizlenmiş olsun! Bu durumda toplumun tabiatının sağlıklı olduğunu, onun yozlaşmadığını söyleyebilir miyiz? Buna evet diyemeyeceğimize göre, toplumsal yozlaşmayla ilgili fikir yürütürken ahlaki yozlaşmaya ilişkin verilerle yetinmeyip; toplumun doğasına/dokusuna, bu dokunun ne kadar sağlıklı, ahlaklılığa elverişli bir vasat olduğuna bakmamız gerekmektedir. Davutoğlu'nun (2001; 1-3) vurguladığı gibi süreç boyutu içinde, yani nedensellik çerçevesinde, değerlendirmediğimiz sürece, olguları sadece tasvir etmek suretiyle açıklamış ya da anlamış olmayız.
İbn Haldun da (1990: C: I; 19) tarihçileri eleştirirken onların vakanüvislik yaptığını; olayların sadece görünen taraflarıyla (zahir) ilgilendiklerini; oysa önemli olanın tarihsel olayları günlük kullanımdaki kelimelerle basit bir düzeyde tasvir etmek değil, onların arkasında yatan nedenleri keşfetmek, böylece tarihin doğasına (batın) nüfuz ederek bu olayları nedensellik ilişkisi içinde 'idrak' etmektir dediğini hatırlayacak olursak, bu noktada bir adım daha atmamız gerektiğini görürüz. Bu adım, hiç kuşkusuz ki, olayların açıklama boyutuna derinlik kazandıran 'anlama' boyutuna geçmek ve bu suretle onları süreç mantığı içinde kavrayabilmektir.
Açıklama ve anlamaya yönelik yaklaşım tarzı, ahlaksızlığı üreten doğaya ve iklime nüfuz etmemize yardımcı olmakla kalmayıp, ahlaki yozlaşmanın potansiyeline ve derinliğine ilişkin de bilgi verecektir.
Ahlak; hem teorik hem de pratik akılla ilgilidir. (Erişirgil, 1997; 210) Bir başka ifadeyle ahlak hem düşünce, hem eylemdir. Düşünce ile eylem bir araya geldiğinde, yani teorik ve pratik akıl birleştiğinde ahlak kendini göstermekte mücessem (embodied) hale gelmektedir. Ahlakın düşünce boyutu; teorik akıl marifetiyle doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün ne olduğunun bilinmesini içerirken, eylem boyutu iradeyle/pratik akılla ilgilidir, yani doğru diye bilinen şeyleri yapabilme; onları hayata geçirebilme kudretidir. Bu itibarla ahlak, düşünceyle/tefekkürle, bir başka ifadeyle bilinçlenmeyle (şuur) başlar ve eylemle tamamlanır. Bunlardan her hangi biri eksik olduğunda ahlaki eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Düşünülenle yaşanılan hayat arasındaki makas açıldığında ahlak şizofrenisi, bir başka ifadeyle bütünlükten yoksun kişilik; parçalanmış şahsiyet ortaya çıkmaktadır. (İnam; 1998; 68-72) Şayet düşünce ayağında, yani değerler boyutunda problem yaşanıyorsa, yani doğru ve yanlış birbirine karışmış ise, yol haritası yok olmuş demektir; bu durumda her an sapmalar; sağa sola savrulmalar, alt üst oluşlar yaşanabilir. Eğer doğruların ne olduğu biliniyor ve onların gereğince davranış sergilenmiyorsa burada kişinin kendi şahsiyet bütünlüğüne (integrity) sadakatsizlik ettiği, ona yabancılaştığı söylenebilir. Laing'in ifade ettiği gibi (1966) bu durum ciddi bir kimlik bunalımına işaret etmektedir. Laing, kendi vücudu ile yabancılaşan kişinin zaman içinde kendi şahsi süreklilik unsurlarını da kaybettiğinden ve kendini sürekli olarak kendi dışında tanımlanmış bir sahte benlik ile algılamaya çalıştığından söz etmektedir. İç benlik ile dışa yansıyan benlik arasındaki uçurum derinleştikçe bunalımlar artmakta ve kişinin hem kendisiyle, hem de çevresiyle yaşadığı bir bunalım labirentinin içine düştüğünü söylemektedir.
Her ne kadar bireyler tarafından yaşatılsa da doğru ve yanlış, iyi ve kötüye ilişkin düşünceler toplum tarafından üretilmektedir. (Ural, 1998; 42-48) Çünkü insanlar onları hazır bulmaktadırlar. Yol haritası diye tanımladığımız değerler sistemi toplumun malıdır, yani ortak aklın, toplumun temyiz aklının ve maşeri vicdanın ürünüdürler. Toplumlar yaşayış süreçleri içinde dünya görüşlerinden kotardıkları değerlerine göre yaşamlarını düzenler ve zamanla bu yaşam biçimi alışkanlık halini alarak gelenekler, adetler tezahür etmektedir. Gelenekler toplumsal kararlılığın ifadesi oldukları kadar, toplum kimliğinin de somut ifadeleridir. (Ülken, 2001; 164) Bireyin bu değerler sitemini yol haritası şeklinde kullanabilmesi, onları içselleştirmek, kendine göre yorumlamak suretiyle öznel ahlaki durumlarını ona göre tayin etmesiyle de onun 'şahsiyeti' teşekkül etmektedir. Toplumda gelenek neyse bireyde ilkeler ve irade odur. (Erişirgil, 1997; 290) Toplumların kimliği; bireylerin ise şahsiyeti vardır.
Bu nedenle toplumsal değerler tahrip olduklarında sadece toplum onu koruyan, birlik içinde tutan formdan ve ona dinamizm kazandıran, onu canlı tutan, onun hayat damarı olan asabiyetten yoksun olmakla kalmaz; aynı zamanda bireyler de şahsiyet olmalarını sağlayan manevi iklimden mahrum olurlar. Bu durumda, gerek bireysel mikro ölçekte ve gerekse toplumsal makro ölçekte kriz halinin, çözülmenin, parçalanmışlığın ve mutsuzluğun sürmesinden daha doğal bir şey olmaz.
İmdi diyeceğiz ki, Türk toplumu ahlakın iki ayağında da -yani hem değerler/ilkeler ve hem de gelenekler/davranışlar boyutunda- ciddi travmalar yaşamaktadır. Toplumunun dünya görüşünün ve ortak aklının ürünleri, onun tarihsel yürüyüşünde yol haritası ve dolayısıyla toplumun regülasyon aracı olan değerler tahrip olmakta; maşeri vicdanın objektifleşmiş formu sayılan gelenekler ve davranış kalıpları/adetler ise adeta buharlaşmaktadırlar. Bir başka ifadeyle toplum kitleselleşmekte ve kimliksizleşmektedir. (Öğün, 1995; 122-123) Dünya görüşünün taşıyıcısı, kimliğin en önemli aracı, toplumsal birliğin sembolik ifadesi ve toplumun hafızası konumundaki dil ise sadece yabancı kelimelerin değil, bundan çok daha önemli olarak semantik derinlikten yoksun uydurma sözcüklerin istilasına uğrayarak bir dünya görüşünü taşıyamayacak derecede sığlaşmış; canlılığını yitirmiştir. (Çakır, 1994; 95-100) Edebiyatın yerini televizyon, toplumun ortak hislerinin harsi duygularının ifadesi olan musikinin yerini ise arabesk; geleneksel davranış kodlarının yerini ise arabesk olanları almıştır. Arabesk musikide nasıl nota yok, estetik yok, makam yok, düzgün diksiyon kaygısı yok ise arabesk davranışında da kural ve ilkeler yoktur. Bu kimliksiz insanlar, örneğin misafirini pijamayla karşılar; sere serpe oturur ve ölçüsüzce tüketir. (Eroğlu, 2000; 135)
1980'li yıllardan itibaren adeta patlayan şehre göç olayının bunda büyük bir payı vardır. Şehirler sadece çarpık yapılaşmaya, gecekondulaşmaya tanıklık etmediler; aynı zamanda kültürel yozlaşmanın, arabesk yaşamın sergilendiği mekanlar oldular. Davranış kodları ve tüketim kalıpları değişti; kanaatkar, sınırlı harcama yapan kimselerin yerini bol bol tüketen, savurgan ve marka bağımlısı kimseler almaya başladı. (Sarıbay, 1994; 151) Teknolojik imkanların artmasıyla toplumun her köşesine ulaşan medya, toplumun tüketime teşvik edilmesinde önemli aracı roller üstlendi. 'Eskimişse at gitsin', gibi hoyrat ifadelerin kullanıldığı reklamlardan; çocuk masumluğuna bürünerek 'lütfen babacığım şundan da alır mısın' temalı olanlara kadar çoğu reklam toplumu daha fazla tüketici yapmak hedefine adeta odaklandı. Bu konuda çok ciddi bir endüstri kolu oluştu; reklam endüstrisi. Toplumda adeta tüketim çılgınlığı yaşanmaya başladı. Bu tüketim çılgınlığı nedeniyle enflasyon canavarlaştı ve 1990'lı yıllarda yıllık bazda % 60 seviyesinin altına hiç düşmedi. Enflasyon rakamları bile tek başına toplumdaki ölçüsüzlüğün, tüketim çılgınlığının boyutlarını göstermeye yetecek veridir. Edebiyatçıları, sanatçıları takdir etmek, onlara değer vermek yerine; pop starlara, şovmenlere ve toplumun zaaflarını kullanarak şöhret basamaklarını bir bir çıkan film yıldızlarına özenir hale geldiler.
Görüldüğü üzere Türk toplumunda bugün hem yol haritası olan değerler, hem de davranış kodları buharlaşmakta, toplum nihilizmin kol gezdiği bir ortama sürüklenmektedir. Böyle bir ortamda, ahlaki yozlaşma kaçınılmazdır. Ahlaki yozlaşmanın, kardeşlik, özgürlük ve eşitlik duygularını tahrip ettiği düşünülürse, bunun toplumun oluşumunun nedeni olan asabiyeti zayıflatacağı muhakkaktır. Toplumsal birlik zayıfladığı, toplum çözülmeye doğru itildiği için de problemleri çözmeye dönük ortak akıl ve irade kotarılamamaktadır. Bu durumda toplumun krizlerin girdabından kurtulması mümkün gözükmemektedir. Çünkü iklim, kriz üreten bir iklimdir.
Bitirirken
Türk toplumu bugün önemli bir tarihsel dönemeç noktasına gelmiş bulunmaktadır. Bu noktada tercih edeceği rota onun kaderini tayin edebilecek niteliktedir. Şayet bugünkü krizler girdabını doğuran süreç devam edecek olursa, toplumun özsel niteliğini ve formluk görevini yerine getirmesi imkansız gibi gözükmektedir. Karşılaşılan problemlerin toplumu daha donanımlı hale getirmek yerine, onu bir kaosa sürüklemesi bu tehlikeyi iyice aşikar hale getirmiştir. Gecedeki sıcaklığın gündüzden kalması gibi, yaşanan bütün krizlere rağmen Türk toplumunun bugün hâlâ ayakta kalabiliyor olması, aslında günümüz toplumunun bir marifeti sayılamaz. Böylesi bir gerçeklik toplumun mevcut haliyle kendini yarınlara taşıyabilmesinin zor olduğunun da bir göstergesidir. Gerek bireysel mikro ölçekte ve gerekse toplumsal makro düzeyde patlak veren ve ardı arkası kesilmeyen krizlerin varlığı bize toplumsal dokunun sadece tahrip olmakla kalmayıp, aynı zamanda bu tahrip sürecinin hızlanarak ve derinleşerek devam ettiğini de söylemektedir.
Her ne kadar siyasal ve toplumsal aktörler krizleri aşmaya yönelik çaba sarf etseler bile, bu çabaların krizin sadece görünür semptomlarını kısa vadeli olarak ortadan kaldırmaktan öteye geçmesi mümkün gözükmemektedir. Krizin nedenleri ortadan kaldırılmadığı müddetçe alınabilecek tedbirlerin etkili olması düşünülemez. İMF'den ve Dünya Bankası'ndan alınan yardımlarla ekonomik krizin etkisini belki kısa vadeli olarak hafifletebilir, ancak toplumun kurucu öğesi konumundaki asabiyetin zayıflamasına neden olan dinamikler ortadan kaldırılmadığı sürece krizlerin yeniden patlak vermesi adeta kaçınılmazdır.
Yapılan bu çalışmada Türk toplumunun içine sürüklendiği krizler girdabının arkasındaki nedenin asabiyet zayıflaması olduğu görülmüştür. Toplumun kurucu öğesi olan asabiyetin zayıflamasının arkasında özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin zedelenmesinin yattığı gerçeğinin altı çizilmiştir. Şu halde bütün sorun bu üç niteliğin korunamamasında düğümlenmektedir. Çünkü bu üç nitelik korunduğu ölçüde toplum sorunları aşmak için gerekli olan ortak akıl ve iradenin kotarılmasına yönelik bir vasatlık işlevi yapabilmektedir. Bu üç nitelik çiğnendiğinde asabiyet zayıflamakta, her türlü gelişimin gerçekleşmesi için gerekli olan manevi iklim tahrip olmakta ve toplum kaosların içine sürüklenmektedir. Asabiyetin zayıflamasının önlenmesi için olmazsa olmaz derecesindeki bu üç niteliğin korunabilmesi içinse ahlakın kaçınılmaz olduğu vurgulanmıştır bu çalışmada. Ahlak bozulunca toplumun formluk işlevini yerine getirebilmesi mümkün olmamaktadır.
Bu nedenle, varılan bu dönüm noktasında, Türk toplumunun krizlerden kurtulması için ahlak güneşinin doğması gerekmektedir. Yoksa alınabilecek diğer tedbirler kısa vadeli olmaktan öteye geçemeyecektir. Ahlaki yozlaşmanın önüne geçildiğinde mevcut krizler toplumun şoklanması ve yeniden ayağa kalkarak yarınlara emin adımlarla yürüyebilmesi mümkün olacaktır.
Okunma Sayısı: 0 / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?