Kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz.
Ara

Psikoterapinin Tarihçesi / Psikolojik Sorunlar

Psikoterapinin Tarihçesi

Psikoterapinin tarihçesi en az insanlık tarihi kadar eskidir. Tıp bilimini inceleyen bilim adamları, eski çağlarda din adamları, şamanlar ve tıbbi yardımda bulunan kişilerin uyguladığı yöntemlerin birçok hastalığa iyi geldiğini söylemişlerdir. Bu yöntemler bugün uygulanan psikoterapi yöntemlerinin ilk örnekleri olmuştur. Ortaçağda normaldışı davranışların oluşumu şeytan ya da kötü ruhların varlığı ile açıklanırdı.

İlk kez Yunan antik döneminde bireyin içinde olduğu psikolojik yapının hastalıkların oluşumunda etkili olduğu vurgulanmıştır. Tarih boyunca hekimler hastalarına güvenlik ve destek vermek, dinlemek, anlamak ve yardımcı olmak gibi destekleyici tedavi yöntemleri uygulamışlardır; ama psikoterapinin tıbbın bir uzmanlık alanı haline gelmesi 19. yüzyılın ikinci yarısından sonradır.

Ondokuzuncu yüzyılın başında anatomi, fizyoloji, nöroloji, fizik, kimya ve biyoloji alanlarında bilimsel gelişmeler başlamıştır. Beyin fonksiyonlarındaki bozuklukların ruhsal hastalıklara neden olabileceği görüşleri önem kazanmıştır" Ruhsal yapı ve davranışların temelinde organik etmenler etkilidir" görüşüyle yeni bir dönem başlamıştır.

1883 yılında Alman hekim Emil Kraepelin beyin patolojisinin ruhsal hastalıklara neden olduğunu söylemiştir. Kraepelin ilk kez davranış bozukluklarını sınıflandırmış ve tanımlamıştır. Bu dönemde doğaüstü inançlar bütünüyle terk edilerek, ( halk arasında olmasada ) tıp adamları birçok ruhsal hastalığın beyin patalojisiyle ilgisini ortaya koyarak kabul etmişlerdir. İlk kez ruhsal hastalıklar Kraepelin'le bedensel hastalıklar gibi, hastalık olarak kabul edilmişlerdir.
Anatomi, fizyoloji, biyolojiden yararlanılarak beyin patalojisini araştıran araştırmalar yapılmıştır. Fakat tüm bu çalışmalarda hastaların yarısından fazlasında organik bir pataloji bulunup, ruhsal bozukluk ve davranış bozuklukları bir nedene bağlanamamıştır. Araştırmacı hekimler ya laboratuvar teknikleri yetersiz olduğu için beyinde var olan bir bozukluğu ortaya koyamadıklarını düşünüyorlar, ya da durumu kalıtımla ve genetik bozuklukla açıklamaya çalışıyorlardı. Bu varsayımların geçerliliği de kanıtlanmamıştı ve ortada açıklanamayan kocaman bir boşluk kalmıştı.

20. yüzyılın başlarında " Beyin patolojisi davranış bozukluklarının nedenidir. Pataloji yoksa bu genetik bozukluktur ve tedavi edilemez " görüşüne karşı çıkan, yeni bir devrimci düşünce oluşmaya başladı. Bazı ruhsal bozuklukların organik kökenli olmayıp psikolojik nedenlerden oluştuğunu söyleyen PSİKANALİZ kuramına göre günlük yaşamda olan bazı engellemeler ve kişiler arası çatışmalar, kişi için aşılamaz görülüp çözüm üretme, uyum yapma çabaları başarısız olabilir, ya da sağlıksız yollar kullanılabilir demiştir. Gerçekte psikanalizi HİPNOZ VE TELKİN'in histeri ile ilişkisini inceleyen araştırmacıların araştırmaları oluşturmuştur.

Hipnozun ise geçmişi ilk çağlara dayanır ve bu eski geçmiş çok iyi bilinmemektedir. (1734 - 1815) Avusturyalı hekim Franz Anton Mesmer'in hipnozu kullandığını görüyoruz. Viyana'da başarılı olamayıp 1778'de Paris'te bir klinik açarak çeşitli hastalıkları " hayvansal manyetizma " yolu ile tedaviye başladı. Hastalar çember biçimindeki bir sıraya, yüzleri çemberin dışına dönük oturuyorlar, sıranın iç kısmını oluşturan sütunda asılı ve renkli sıvılarla dolu şişelerden çıkan demir çubuklar hasta olan beden kısımlarına bağlanıyordu. Karartılmış odada uygun bir müzik çalıyor ve bir süre sonra mermer leylak rengi bir giysi içinde görünüp bir hastadan diğerine dolaşıyor ve elleri ile onlara dokunuyordu.

Mesmer'in histerik kökenli birçok duyu bozukluklarını ve felçleri bu telkin yöntemiyle iyileştirebilmiş ve sonraki yıllarda hipnoz kullanarak yapılan benzer çalışmaların ilk uygulayıcısı olmuştur. Daha sonraları meslekdaşları tarafından " şarlatan" ilan edilerek Paris'I terk etmeye zorlanan Mesmer'in ismi bir daha duyulmamıştır.
19. yüzyıl sonu Fransa'da davranışı etkileyen psikolojik etmenlerin anlaşılmasına yönelik daha ciddi çalışmalar başlamıştır. Liébault ve Bernheim adlı iki hekim Nancy'de Histeri ve Hipnoz arasındaki ilişkileri inceleyerek histerinin hipnoz altında telkinle ortaya çıkabileceğini ve aynı şekilde ortadan kaldırılabileceği sonucuna vardılar. Bu görüşleri paylaşan hekimler Fransa'da Nancy ekolü olarak anıldılar. Paris'li ünlü hekim Jean Martin Charcot ve arkadaşları, önce histeriyi oluşturan nedenlerin organik bir patolojiden kaynaklandığı görüşünde direnip, sonra bu yeni görüşe katıldılar.

İşte bugünkü psikanaliz ve psikoterapi alanlarında büyük değişimlere neden olacak büyük buluşma, Freud'un Charcot ile tanışması, bu dönemde oldu. Freud Charcot ile çalışmaya başladı; onun güçlü kişiliğinden ve zengin görüşlerinden etkilendi. 1886'ya kadar Charcot ile çalışan Freud, bu tarihte Viyana'ya döndü ve nöroloji uzmanı olarak muayenehane açtı. 1889'da tekrar Nancy'ye giden Freud, Liébault'un kliniğinde Bernheim'ın titiz çalışmalarına katıldı ve gözlemler yaptı. Telkine açık olma eğilimi, yalnız histeri belirtileri gösteren hastalarda değil, normal ve diğer nevrotik kişilerde de gözlemlenebiliyordu. Bernheim'ın normal ve normal dışı tepkiler arasındaki ilişkiyi ilk kez ortaya koyan bu görüşleri insan davranışlarının anlaşılması ve bu konudaki klinik çalışmalara temel oluşturması adına önemli bir adımdı. Freud Nancy'den dönerken insan bilincinin dışında oluşan zihinsel süreçlerin varlığına olan inancı kesinleşmişti.

Freud'un yaşamında 1887'ye dek geçen 10 yıllık süre psikanalizin temellerinin atıldığı dönem olarak kabul edilebilir.
Tüm bu çalışmaların bir kurama dönüşmesinde rol oynayan etkilerin sonuncusu Joseph Breuer'den geldi. Breuer Viyana'nın seçkin ve tanınmış bir hekimi olarak hipnozu, çoğu kadın hasta üzerinde kullanıyordu. Hastalar hipnoz altında sorulara baskısız açık yanıtlar veriyor ve uyandıklarında rahatlıyorlardı. Duyguların boşalmasını oluşturan bu yönteme Arıtma anlamına gelen KATARSİS denmişti. Hastanın duygusal çatışmalarını ve içsel sorunları ile, hastalık belirtileri arasındaki ilişkiyi, hipnoz altında hekim inceleyebiliyordu.

Breuer, Freud'un histeri patalojisine duyduğu ilgi nedeniyle Literatürde Anna O. adı ile anılan bir hastasından ona söz etti (Anna O. ile ilgili bulgular psikanaliz tarihçesine geçmiştir ve bu kuramın gelişmesinde önemli katkıda bulunmuştur).

Freud 'un Breuer'le yaptığı ortak çalışmalar 1893'te " ön iletişim ", 1895'te " histeri üzerine incelemeler ", adıyla yayınlanmıştır. Bu yapıtlarda Freud ve Breuer psikodinamik ( Bilinç dışı güçlerin davranışları yönlendirme olgusunu tanımlayan kavram ) kavramının temelini attılar.

Breuer histeri belirtilerinin oluşumunda, cinsel etmenlerin oynadığı rolü Freud kadar önemli kabul etmediği için, iki hekim ortak çalışmalarına son verdiler.

Freud ilerleyen yıllarda hipnozdan vazgeçti ve hastalarının uyanıkken düşüncelerini sıralamalarını istedi ve bunları yaparken ahlak kurallarını gözetmemelerini, akıllarına ne geliyorsa hiç sansür kullanmadan ifade etmelerini istedi. Bu yöntemle hasta içsel engelleri yenebiliyor, unutulmuş anılara inebiliyor ve giderek sorunlarını açıkça tartışabilir duruma gelebiliyordu. Bu yeni yönteme SERBEST ÇAğRIŞIM deniyordu. Bu yöntem aracılığı ile hastaların içsel dünyalarına inerek kendilerini daha iyi tanımaları ve daha sağlıklı bir uyum düzeyine erişebilmelerine olanak sağlayan ilkelere de " PSİKANALİZ " adı verildi.

Freud bu görüşlerini Viyana'daki bilimsel arenada açıkladığında alay konusu oldu ve bazıları onun kaçık olduğunu iddia ettiler. 1890 - 1900 yılları arasındaki on yıl süresince entellektüel bir yalnızlığa giren Freud, bu sürenin ilk yıllarında kuramını geliştirdi. 1902'de bir kadın hastasının yardımı ile üniversiteye doçent olarak atandı. 1920'de profesör ünvanı aldı.

1902 yılında evinde başlattığı haftalık tartışma grupları ilerleyen zamanla " Viyana Psikanaliz Derneği " nin kurulmasını sağladı. Dernek ise zaman içinde kurumlaşarak Uluslararası Psikanaliz Birliği'ne dönüştü.
1909'da Freud, bir dizi konferans vermek üzere Clark Üniversitesi'nden çağrı aldı ve Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Amerika dönüşü Freud'un izleyici ve hasta sayısında artış oldu.

Freud'un ilk büyük eseri 1900 yılında çıkan Rüyaların Yorumu oldu ve bunu pek çok kitap ve yazılar izledi. Çeşitli ülkelerden gelerek çevresinde toplanan İsviçre'den Carl Jung, New York'dan A.A.Brill, Macaristan'dan Sandor Ferenczi, Berlin'den Karl Abraham, Viyana'dan Alfred Adler sayılabilir. Bu gruptan Jung ve Adler daha sonra kendi kuramlarını geliştirerek gruptan ayrıldılar.

Freud çağdaş psikiyatrik görüşlerin başlangıç noktasını oluşturacak katkılarda bulunmuş ve psikiyatri alanına yeni ve dinamik bir yaklaşım biçimi getirmiştir.

Psikoterapinin tıp bilimi olarak kabul edilmesi, 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. 1940'lara kadar diğer tıp dallarında çalışan hekimler psikanalistlere hasta göndermemişlerdir ve insanlar kendi kararlarıyla psikanalize başlamışlardır. Genel tıpta yavaş gelişmesine karşın psikanalitik düşünce sanatçıların, yazarların, tarihçilerin, antropologların insana bakış açısında önemli değişiklikler yaratmıştır.

1950'lerden sonra Freudçu teoriyi, bu arada gelişen diğer tekniklerle bir arada kullanan bilim dalı psikoterapi olarak isimlendirilir. Psikoterapi, herhangi bir konuşma yöntemidir. Freud'un serbest çağrışım yöntemi, tedavinin çekirdeğinde yer almıştır.

Grup Psikoterapisi ve Psikodrama
Psikodrama grup psikoterapisi J.L.Moreno'nun temellerini attığı Grup Psikoterapisi, Sosyometri ve Psikodrama üçlemesinin bugün dünyada en yaygın olarak kullanılan felsefe kuram ve teknikler bütünüdür.

Sosyometri toplulukların iç dinamiklerinini anlama ve araştırma yöntemi olarak varlığını sürdürürken psikodrama içinde de kullanım alanları bulmaktadır.Freud'un son dönemlerine yetişen Moreno onu insanı kısıtlı bir laboratuarın içine sokmakla eleştirir ve kendisinin bizzat onların yaşamına katılarak, gözleyerek ,yaşayarak ve yaşarken düzelterek önemli bir farklılık getirdiğini söyler. Moreno'nun grup psikoterapisi bir süre sonra psikanalistleri etkilemiş ve psikanalitik grup psikoterapisi gelişmeye başlamıştır. Daha sonra bu oluşum grup analizi olarak adlandırılmıştır. Psikodramadan etkilenen Geştalt terapistleri de, eylem metodlarını kullanmaya başlamışlardır. Kullandıkları en önemli teknik olan ?boş sandalye? tekniğini psikodramadan almışlardır. Moreno'nun psikodramasından çok sonra iletişim grupları ve Rogerian grup terapisi gelişmiştir. Moreno'nun yaptığı gerçek bir devrimdir.

Gerçeğin aksiyonla yeniden keşfedilmesi olan psikodrama kaynağını insandaki üç önemli temel özellikten alır.Bunlar : Eylem ,yaratıcılık ve spontanlıktır.

İnsan eyleme dönük bir varlıktır.Hareketsiz bir yaşamdan söz etmek mümkün değildir.Bu eylem ihtiyacının doyurulabilmesi eylemin yeterli ve uygun olmasına bağlıdır ,bu ise insanın yaratıcılığı ve bu yaratıcılığın sergilemesine olanak tanıyan spontanlığı sayesinde gerçekleştirilir. Spontanlık yeni ya da eski durumlara kişinin yeni ve uygun tepkiler verebilme halidir. Spontanlık ve yaratıcılık arasındaki ilişki Moreno'nun şu benzetmesinde anlamını bulur : "Eğer kişi spontan ise ve yaratıcı değilse, bu samuray kılıcı taşıyan bir köylüye benzer; kılıcı kullanmasını bilmediği için kendini bile kesebilir. Eğer kişi yaratıcı ama spontan değilse, bu kılıcı olmayan bir samuray savaşçısına benzer; kılıç olmadığı zaman bildikleri bir işine yaramaz".

Psikodrama insanın yaratıcılığının ve spontanlığının sınırlarını yakalamasını ve ulaşılan bu noktada eylem ihtiyacını karşılamasının hedefler.Psikodrama grup psikoterapileri içinde belkide uygulama alanı en gelişmiş olan grup psikoterapisidir.Tedaviden eğitime,endüstri psikolojisinden tiyatroya uzanan geniş bir yelpaze içinde kendine kendine uygulama alanları bulur.Doğası gereği hızlıdır.Birçok önemli çalışmanın bir kaç saatin içine sığdığına tanık olunur.İnsanın üç temel ilişki kurma biçimi olan empati ,tele ve tranferans, tüm ilişkilerde varlığını gösterir. Psikodrama sağlıksız ilişki kurma biçimi olan transferansların çözümlenmesini buna karşılık olarak sağlıklı ilişki kurma biçimleri olan tele ve empatinin geliştirilmesini hedefler.Bütün bunları gerçekleştirirken sayısız ısınma tekniklerinden ve yardımcı tekniklerden ve vazgeçilmez olan üç temel teknikten yaralanır. Bu üç temel teknik : Eşleme, rol değiştirme ve ayna teknikleridir.

Eşleme tekniği en güçlü psikodrama tekniğidir, bunu rol değiştirme ve ayna teknikleri izler.Baş oyuncu olan protagonist rol değiştime sayesinde empatiyi gerçek anlamı ile birlikte yaşamaya başlar ve tele ilişkilerinin gelişimini beslemeye başlar.Başkalarını anlamak istiyorsanız rol değiştirmelisiniz. Psikodrama sahnesinde kişi hayata alması mümkün olmayan rolleri dahi alabilir ,yaşayabilir ve oynayabilir. Bir psikodrama oturumu üç bölümden oluşur. Bunlar : Üzerine çalışılacak olan konunun belirlendiği ısınma aşaması, konunun çalışıldığı oyun aşaması, ve ortaya çıkan ürünün son şeklinin verildiği görüşme aşaması. Bir psikodrama oturumu her uygulaması içinde bu aşamaları içermek zorundadır.

Psikodrama, Uluslararası Grup Psikoterapileri Derneği şemsiyesi altında, dünyadaki örgütlenmesini sürdürmektedir.Her iki yılda bir dünya psikodrama kongresi farklı ülkelerde düzenlenir.
Deniz Altınay
İstanbul Psikodrama Enstitüsü Başkanı

Psikoterapi ve Psikoterapist
Freud'un geliştirerek kuramsallaştırdığı psikanalizi ve daha sonra gelişen çeşitli psikolojik kuramları; Jung analitik psikoterapisi, Gestalt yaklaşımları, davranışçı psikoterapiler, Cognitiv psikoterapi, varoluşçu psikoterapi, psikodinamik yaklaşımlardan herhangi birisini kullanan ya da hepsini kullanabilen ( Epileptik yaklaşım ) bir " konuşma tedavisi " yöntemidir. Psikoterapi uygulayan kişi ise psikoterapist olarak isimlendirilir.

Psikoterapistler üniversitelerin psikoloji, psikolojik danışmanlık, yüksek hemşirelik veya tıp fakültelerinden mezun olduktan sonra, master veya klinik doktora yapmakta ve üzerine hangi kuramı seçtilerse ( Örneğin varoluşçu, Cognitif, aile ve çift terapisi, çocuk terapisi gibi ) o alanda eğitim alırlar. Daha sonra süpervizyon çalışmalarına katılarak co-terapist daha sonra da terapist olabilmektedirler. Türkiye'de psikoterapist eğitimi uzun, zor ve masraflıdır. Avrupa ve Amerika'nın bazı eyaletlerinde psikoterapist olmak için tıp veya psikoloji mezunu olmak gerekmemektedir. Yetkili kurumlarınca psikoterapist eğitimi alarak sınavlarında başarılı olmuş bireyler psikoterapist olabilmektedirler. Mesleki indirgemecilik, psikoterapist olmak isteyen bireyler için söz konusu değildir.

Psikiyatrist, tıp fakültesini bitirdikten sonra 4 yıl psikiyatri ihtisası yapmış kişilerdir. Hastalarına ilaç tedavisi yapabilirler. Psikoterapi ile ilgileniyorlarsa bu alanda eğitim görüp ilaç ve psikoterapi yöntemleri kullanarak hastalarıyla çalışırlar.

PSİKOTERAPİ NEDİR ?
Psikoterapi bir sanat dalıdır. Psikoterapist hangi kuramla çalışırsa çalışsın amaç hep aynıdır; bireyin kendini mutlu hissetmesini, yaşamından hoşnut olmasını sağlamak.

Kişinin birey olması, bireysel kalma içgüdüsü ile, topluma ait olma çizgisinde kendine bir yer ararken karşılaştığı güçlükler, farklı duygu ve düşüncelerin çatışması, kişilerarası ilişkilerde yaşanan güçlükler, bireylerde ?Nevroz? adı verilen psikolojik rahatsızlıkları oluşturur.

Bütün canlıların genetik bir kodlaması vardır. Örneğin kavak ağacı bir kavak ağacı tohumundan, çimen ise çimen tohumundan yetişir. Hayvanlarda, örneğin bir kedi, kedi olarak doğar, büyür ve gelişir. Kavak ağacına, çimene ve kediye kimse müdahale etmez ve kendilerini gerçekleştirirler.

Japonların ?Bonzai? isimli ağaçları, belli aralıklarla belli bir biçimde budanarak küçültülen meşe, çınar ve benzeri ağaçlara insanın müdahalesi ile oluşur. Koskocaman çınar ağacı olabilecek bir filiz, budanıp küçültülerek hareketli bir hale getirilebilmektedir.

Ancak bir finodan av köpeği olması istenirse, bu ne kadar mümkün olabilir ? Hayvan hem fino olmanın özelliklerini kaybedecek, hem de av köpeği olamayacaktır.

İnsan canlısına gelince, bir bebek doğar ve çocuk olduğunda önce ailesinin, okulunun ve toplumun ondan beklentileri başlar. Piyano çalmak isteyebilir ama matematik çalışmalıdır. Balerin olmak isteyebilir am ailesi buna izin vermeyebilir. Çocuk ailesine aittir. Anne ve babasının beklentilerine boyun eğmezse, onların sevgisini kaybedeceğini düşünerek, kendi tercihlerinden vazgeçer. Yapmak istediklerini bastırır. İşte bu bastırılan isteklerin ilerki yaşamda daha fazla çoğalmasıyla, bireyden aile ve toplumun bekledikleriyle, bireyin yapmak istedikleri, arzuları arasında bir çatışma çıkar. Freud bu duruma ?Nevrozlar? adını vermiştir. Burada felsefi sorular gündeme gelir. Birey ?Ben kimim ? Ne yapıyorum ? Nasıl davranmalıyım ? Nasıl davranıyorum ?? sorularını sormaya başlayabilir. Çok basit görülen bir soru ?Ben ne istiyorum ?? sorusunu birey tanımlamak üzere düşündüğünde ?İçinde olduğu durum? ?Olmasını istediği durum? arasındaki çatışmalar, amaçlar, idealler ve hayaller belirlenebilir. İşte Psikoterapi budur. Bireyin yaşamını daha ileriye götürebilmesi, ?Ben kimim ve ne istiyorum ? Nasıl davranmalıyım ? Ne kadar bireysel kalabilmeli ve ne kadar topluma uygun davranmalıyım ?? sorularına yanıt bulduğu bir ortamdır. Yaşamını kendisi için anlamlandırmak, kendini gerçekleştirmek serüveninde terapistiyle birlikte çıktığı bir yolculuktur.

Psikoterapi kişinin kendini gerçekleştirdiği, bilgilenerek zenginleştirdiği ve bireysel kalma ile toplumsal olma çizgisinde kendine bir yer aradığı ve bulduğu, yaşamına nasıl anlam katabileceği, boşluk duygusunun yerine ne koyarak başa çıkabileceği, kısaca kendini gerçekleştirmeyi öğrendiği bir SANAT DALIDIR.

Freud'a ?Kaç çeşit terapi var ?? diye sorulduğunda, ?Ne kadar insan varsa, o kadar? diye yanıt vermiştir. Terapist, seanslarında sadece sorduğu sorularla bireyin bilinç alanını genişletir ve bireyin beyin fonksiyonlarını daha fazla kullanmasına yardım eder. Bir duvarda iki pencere varsa, 3. ve 4. pencerelerin de açılabileceğini, farklı alternatifleri ve sorgulamayı, farklı düşünmeyi, olayları yeniden çerçevelemeyi, olayların değil olaylara getirilen yorumların bireyi mutsuz ettiğini öğretirken, ?Gerçeği Değerlendirme? yetisinin artması için duygularını, sezgilerini, düşüncelerini, sağ duyusunu, mantığını kullanmasını öğretir.

Psikoloji evrensel bir dildir. İlköğretim okullarımızda Psikoloji eğitimine daha fazla önem verilmesi önerilmelidir. Bireyin yalnızca problemleri çözümlemek amaçlı değil, kendini tanımak, anlamak, düzeltmek ve potansiyellerini daha fazla kullanmak amaçlı da psikoterapi önerilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Terapi için ödenen ücret, bireyin yaşamında daha büyük bir kazanç olarak geriye döner. ABD ve Avrupa'da her birey bir terapistinin olmasına özen göstermektedir ve bu, kişilerin yaşamında bir konfordur.

Sayın Hocamız Prof.Dr.Engin Geçtan ve Irwin Yalom, psikoterapinin ikili bir dans olduğunu ve terapinin başarısının terapistin kimliği ile direkt ilgili olduğunu söylemişlerdir. Bugün tedavide iyileştirici etmenlerde, terapistin kimliği büyük önem kazanmıştır.

Yalom terapiye cesur insanların devam ettiğini söyler.Gerçekten de terapist ve danışanının çıktığı yolculuk uzun, zor, derin ama bir o kadar da anlamlı bir yolculuktur.

Psikoterapistler duygu, düşünce ve davranışta zenginleşmişlerdir; çünkü insanla çalışırlar, onlardan çok şey öğrenirler, büyürler ve genişlerler. Tıpkı barmenler, kuaförler ve insanla çalışan herkes gibi.

Daha fazla bilgi için bakınız : Varoluş ve Psikoterapi, Engin Geçtan, Remzi Kitabevi.

Freud'un Hayatı
Psikanalizin kurucusu Freud 1856'da Çekoslavakya Moravia'nın Freiberg şehrinde doğdu. 3 yaşında ailesi Viyana'ya göç etti. 1873'de Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne girdi. Uzmanlık dalı olarak Nöroloji ihtisası yaptı. 1885 - 1886 yıllarında birçok laboratuvar araştırmaları yayınlanırken, klinik çalışmalar da yaptı.

1885'te Paris'te J.M.Charcot'la çalışmaya başladı. Charcot histeriyi belirli bir hastalık tablosu olarak ilk tarif eden kişiydi. Freud'un yakın arkadaşı Breuer ise, histerik bir hastanın tedavisinde, hasta ile ilk belirtilerin ortaya çıkışı hakkında yaptığı konuşmalarla bu belirtilerin kaybolduğunu keşfetmişti. Charcot hipnozu histerik semptomların giderilmesinde bir metod olarak kullanıyordu. Freud ve Breuer de bu konuya ilgi duyarak histerik belirtilerin kaybolmasında kullandıkları Caşarsis (Boşaltma ) metodunu 1895'te yayınladılar.

Daha sonra Breuer, nörotik belirtilerin seksüel orijinli olmaları görünüşü benimsemeyerek Freud'dan ayrıldı. Freud 1900 yılına dek nevrozların travmatik kökeni, yaşam içgüdüsü, libido ve çeşitli tedavi teknikleri üzerine çalıştı. 1897 yılında Freud kendi analizini yaptı.

Freud 1886'da Marşa Bernays ile evlendi. 6 çocuğu oldu. En küçük kızı Anna Freud, psikanalist olarak ün kazanmıştır.
1899 yılında rüyalarla ilgili yaptığı çalışmalarını yayınladı. 10 yıl çalışmaları yeteri kadar önemsenmedi. 1908'de Salzburg'da toplanan 1. Milletlerarası Psikanaliz Kongresi, psikanalizi bir tedavi metodu ve teori olarak değil, " yeni bir hareket " olarak ilan ediyordu. 1915'de psikanalize ait ilk teorik denemeler, 1916'da " Psikanalize Giriş Dersleri " yayınlandı.

Freud, 1. Dünya savaşı çıktığında artık dünyada tanınan, sayılan, psikoloji ve psikiyatri alanında bir lider olmuştu. Avusturya naziler tarafından işgal edilince, dostları onu Londra'ya kaçırdılar. Dört kız kardeşi ise naziler tarafından öldürüldü.

Freud insan düşüncesine getirdiği açılımlar, bilinçaltını keşfetmesi, id - ego - süperego kavramları ile bilinçaltı, bilinç ve bilinçüstü tanımlaması, çok yeni ve kabul görmesi çok zor kavramları cesaretle ortaya koyması, savunması ve bilimsel bir çerçeveye oturtması ile, psikoloji ve psikiyatri alanında bir devrim yaratmıştır.

Yaşam boyunca teorisi ile ilgili çok sert eleştiriler alan Freud, büyük bir soğukkanlılıkla şöyle demiştir; " Doktorlar da dahil olmak üzere insanların çoğunun gerçeği reddetmelerini tabi buluyorum. Bu insanlar 'terbiye'nin etkisi ile kendi çocukluklarını unuttukları gibi, itilmiş arzu ve isteklerini de hatırlamak istemezler. Çok sevdiğimiz bir gülün köklerinin çamurlar içinde olduğunu bilmemiz onu sevip, takdir etmemize asla mani olmamalıdır ".

Modern psikiyatri Freud'la kurulmuştur. Hipnoz yerine kullandığı serbest çağrışım metodu, insanı tanımada bir devrim yaratarak, psikanalitik tedavi ve psikanalizi kurmuştur. Modern psikiyatri Freud'a çok şey borçludur. Sitemizde Freud'u sevgi, saygı ve hayranlıkla anıyoruz.
( Bakınız psikoterapinin tarihçesi )

Hipnoz
Hipnosis Yunanca uyku anlamına gelir ve Yunan mitolojisinde uyku tanrısının adıdır. Ama hipnoz uyku değildir, çünkü elektrofizyolojik incelemeler uykuda görülen yavaş beyin dalgaları yerine hipnoz sırasında beyin aktivitelerinin uyanık olduğunu bulmuştur. Psikiyatri alanı insanın iç dünyasını , psikolojisini ve davranışlarını açıklayabilmek için HİPNOZ ' dan yararlanmıştır. Bilinç ve bilinç altı kavramları 1884 yıllarında Berheim ve arkadaşları tarafından hipnotize edilen kişilerin algısal seçicilik ve bellek yitimi (Amnezi) adı verilen niteliklerini açıklayabilmek için önerilmiştir. Düşüncelerin çağrışımların bir sonucu olduğu görüşü de hipnotize olmuş kişilerin davranışları üzerinde yapılan gözlemlerden kaynaklanmıştır. Freud hipnotizmayla 19. yüzyılda hipnotizma konusunda yapılan araştırmalardan etkilenmiştir. Bugün bireyi açıklamaya çalışan kuramların büyük bir bölümü 19. yüzyılda geliştirilen fikirlerin bir uzantısıdır ve hipnotize olmuş kişinin durumu insanı anlamaya çalışan bilim adamlarının ilgisini çekmiştir. Hipnotizma incelenirken tüm dikkat hipnotize edilen kişi üzerinde toplanmıştır. Hipnotize edilen kişinin davranışları incelenerek iç psişik süreçlerini açıklamak için kavramlar önerilmiştir. Hipnotize olan kişi ile bunu yapan doktor arasındaki ilişki dikkate alınmamıştır.

Bir kişiyi hipnotize edebilmek için en önemli öğe hipnotist ile hasta arasındaki ilişkidir.

Mesmer mıknatıslı bir çubuk kullanarak bazı kişileri hipnotize etmiştir. Mesmer'in başarısını gören insanlar "mıknatısı" incelemeye koyulup Mesmer'le hastasının ilişkisine dikkat etmemişlerdir. Mesmer den sonra BRAID gözlerini bir kişinin gözlerine dikerek bu kişiyi hipnotize etmiştir. Bu seferde bu çalışma araştırmacıları hipnotize olan kişinin sinir sistemine çekmiş ve daha sonra "Trans durumunun" başka metodlarla da oluşabileceği iddia edilmiştir.
Hastaların gözleri bir bir noktaya dikmesi istenmiş ve bu yolla hipnotizma bazı kişilerde sağlanmıştır. Burada gene doktorla - hasta arasındaki etkileşime dikkat edilmemiştir.

Psikoterapi ve hipnotizma süreçleri arasında benzerlikler vardır. İki kişi arasındaki iletişim açısından bakılırsa , doktorun hipnotizma yapacağı hastasının duygularını, duygulanımlarını ve algılarını konuşma biçimidir.

Hipnotik bir ilişki hastaya "uyu" emrinin verildiği ve hastanın da uyuduğu bir olay gibi görülürse bu benzeri olmayan bir olaymış gibi görünür, oysa bu tekniklerden bir tanesidir. 30 yıldır çeşitli hipnotizma teknikleri geliştirilmiştir. Günümüzde ise artık öylesine etkili hipnotizma teknikleri geliştirilmiştir ki, kişi sıradan bir konuşma biçimiylede hipnotize olabilir. Grup içinde konuşmayı dinlerken veya hipnotist hiç bir şey yapmadan da hipnotize olunabilir.
Örneğin Dr. Milton H. Erickson hipnotize etmek için sahneye bir bayan çağırır ve bekler, bir süre sonra hiç bir şey yapmadığı halde bayan hipnotize olmuştur. Nedeni sorulduğunda da Erickson şöyle demiştir "Bu hanım zaten hipnotize olmak üzere sahneye geldi. İkimizden birinin bir şey yapması gerekiyordu ben bir şey söylemeyince o hipnotize oldu." Bu teknik dirençli hastalarda etkilidir. Çünkü bu teknikte direnç gösterecek bir durum yoktur. Bu durum teknik yönelimi olmayan Psikoterapi tekniklerine benzer. Hasta terapiye gelir ve terapist hastaya ne yapması gerektiğini söylemez. Bu durumda biri birşey yapmalıdır. Hasta değişmek zorunda kalır. Treapistlerin "İçgörü kazanma" "Farkına varma" tekniklerinin moda olduğu günlerde hipnotizma içinde bu geçerli olmuştur. Hastanın uyutularak çocukluk dönemindeki bastırılmış yaşantılarının bilince getirilmesi hastayı tedavi eder ve değiştirir görüşü önem kazanmıştır. Ancak tedavi için bu yeterli değildir ve hipnotizmanın baş tacı edildiği günler geride kalmıştır.

Hipnoz bazen tedavi edici bir araç, bazen de değil olarak kabul edilmiştir. Freud Hipnotizma yapmayı bıraktıktan sonra önemini yitirmiştir.

Hipnotizma ile ilgili tartışmalar
a) Kişi gerçekten hipnotize mi olmaktadır.
b) Yoksa hipnotize olmuş gibimi davranmaktadır.

Bu çözümlenecek bir tartışma değildir. Elimizdeki hiçbir araç hipnotize olmuş bir kişi gerçekten mi hipnotize oldu, yoksa olmuş gibi mi yapıyor bize söyleyemez. Belki en etkili yol hastanın hipnotize olduğu zaman anestezi olduğunu sandığımız bir noktaya iğne ile dokunmak ve iletilerini izlemek olabilir.

Bir çok hipnotist tarafından ortaklaşa kabul edilen özellikler şöyle özetlenir : Hipnotik trans hastayla hipnotist arasındaki ilişkinin ürünüdür. Kişiler arası etkileşimin bir sonucu olduğu bugünkü Tıpda kabul edilmiştir. Tüm hipnotizma durumlarında belirli bir noktada hipnotist açık veya kapalı bir şekilde hastasından birşeyi yapmasını veya yapmamasını ister. Araştırmacılar ortaklaşa bir şekilde hipnotizma olayını böyle kabul ederler. Hipnotizma süresinde bir hipnotist hastasına birbiriyle tutarsız iki ayrı yönerge (Talimat) verdiği zaman bir paradoks koymuş olur. Örneğin hipnotizma konusunda Dr. Erickson ders verirken bir genç kalkıp "Beni asla hipnotize edemezsiniz " der. Dr. Erickson hemen bu genci sahneye çağırır ve onu bir sandalyeye oturtarak "Uyanık olabildiğince uyanık ol" der. Sonuçta gene derin bir şekilde hipnotize olur. Bu gence Dr. Erickson iki mesaj vermiştir.

a) Sahneye gel ve hipnotize ol.
b) Uyanık kal. Genç uyanık kalmaya gayret ettikçe hipnotize olmaya yakın hale gelmiştir.
Hipnotizma bugün ülkemizde bazı merkezlerde kullanılmaktadır.

Dr.Tülay ARSU

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...