Muzaffer Şerif Başoğlu ve Sadrettin Celal Antel'in Görevlerinden Uzaklaştırılmaları Örneğinde Politika ve Psikoloji İlişkisi / Psikolojik Sorunlar
Bu sunuşta bizler siyaset ile psikoloji arasındaki ilişkiyi Antel ve Sherif'in yaşamları ve özerk üniversitenin önemi üzerinden değerlendirmeye çalışacağız. Bunu yaparken öncelikle dünyanın ve Türkiye'nin zaman içinde değişen siyasal bağlamını ortaya koymaya çalışacağız. Antel ve Sherif tahliyelerini gözden geçirdikten sonra da, son bölümde siyaset ile psikoloji arasındaki olası bağları tartışacağız.
Almanya'da modern üniversitenin babası sayılan Wilhelm von Humboldt bilimle uğraşanların uyması gereken iki temel koşul belirlemişti: Tek başınalık ve özgürlük. Humboldt kendi üniversite düşüncesini bu temeller üzerine inşa etmişti. Özgürlük düşüncesi öncelikle her ikisi de bağımsız özneler olarak öğretmen ve öğrencinin istedikleri şeyi öğrenme ve öğretme özgürlüğünü ifade ediyordu. Tek başınalık ile ifade edilen üniversitenin dışarıya karşı, özellikle de ekonomi ve politikaya karşı tek başına olmasıydı. Bu arı bilim anlayışı politikanın ve ekonominin çıkarlarından bağımsız bilimsel bilginin varolabileceği yanılsamasını taşıyordu (Fürnkranz, 1992: 32).
Humboldt'un yaklaşımı bir ideali ifade ediyordu. Ancak bu yalnız bir arı bilim ideali değil, aynı zamanda 1848 devrimleri günlerinde geliştirilmiş bir demokratik toplum idealiydi de. Oysa ki tarihte ?demokrasi? sözcüğünün bugün olduğu gibi olumlu bir içerik taşımadığı bir dönem de vardır. Avrupa'da kara gömlekli çetelerin demokrasi sözcüğünü kullanan herkese dehşet saçtığı, ?devletin haklarından? ve ?yurttaşların yükümlülüklerinden? bahsedilmesinin gayet olağan karşılandığı bir dönem. 1848'in demokrasi ideallerinin Avrupa başkentlerinin işçi semtlerinde kan içinden boğulmasından 85 yıl sonrasından bahsediyoruz. İtalya'da birkaç yıldır iktidarda bulunan faşizm bu kez de Almanya'da iktidara gelmiştir. Yahudilerin devlet memuru olamamalarına ilişkin bir yasanın yanı sıra, akıl hastalarının kısırlaştırılmalarına ilişkin bir yasanın çıkarılması Nazilerin ilk işi olmuştur. Liberal demokrasi son saatlerini yaşamaktadır.
Avrupa'da bu gelişmeler yaşanırken, Avrupa'nın yanı başında da on yaşında genç bir cumhuriyet yönünü aramaktadır. İlk yılların liberal girişimleri Türkiye'de de yerini giderek devletçi politikalara bırakmaktadır. Çok partili hayat denemeleri, en son liberal Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasıyla sona ermiş, 1937'de tümüyle kurumsallaşacak tek parti iktidarının toplumsal ve ekonomik zemini yaratılmaya başlanmıştır. Kemalizm sözcüğü artık daha çok telaffuz edilmektedir ve Kadro dergisi gibi dergiler, kendilerini ?inkılabın ideolojisini? üretmeye ve Kemalist devrimi bütün sömürge ve yarı sömürgelere bir model olarak ihraç etmeye çalışmaktadırlar.
Eski imparatorluğun başkentinde bulunan ve bu gelişmelere karşı çıkmadığı zamanlarda da tarafsız kalan İstanbul Darülfünunu, bu dönüşüm sürecinde artık iktidar tarafından bir ayak bağı olarak görülmeye başlanmıştı. Nazizmin iktidar olduğu ve Yahudi ve solcu öğretim üyelerinin Alman üniversitelerinden kovulduğu yıl olan 1933'de Türkiye'de büyük bir üniversite reformu yapıldı. Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu reformun sözcüsü Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Humboldt'tan daha gerçekçiydi. ?Yeni üniversitenin en esaslı vasfı, diyordu Galip, onun milliliği ve inkılapçılığıdır. Bunun içindir ki üniversitenin edebiyat ve hukuk fakültelerinin tedrisatı bu iki mühim esasa göre teşkilatlandırılmıştır. Millî tarih için yeni kürsüler ihdas edilmiştir. Türk inkılabının ideolojisini yeni üniversite işleyecektir? (Reşit Galip, 1933: 316).
Böylece bir yanılsama giderilmiş oluyordu. İstanbul Üniversitesi ?inkılabın?, yani başka bir deyişle iktidarın hizmetinde olacaktı. Bu hizmeti yerine getiremeyeceği düşünülen Darülfünun hocaları üniversiteden kovuldular. Üniversitenin özerkliği de ?yeni düzenlemeler tamamlanıncaya? kadar rafa kaldırıldı.
İktidarın hizmetindeki üniversite ?Türk inkılabına ideoloji üretme? görevini elinden geldiği kadarıyla yerine getirdi. Bu durum doruk noktasına tek parti iktidarının anayasal güvenceye kavuşturulduğu 1937 yılı ve sonrasında ulaştı. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi bilim dışı ama iktidarın milliyetçi ideolojisine oldukça uygun tezler ortaya atıldı.
Taner Timur'un (1984) gösterdiği gibi aslında yabancı kökenli bir düşünce olan Türkçülük de özellikle bulduğu uluslar arası ideolojik destek sonucunda yeni bir evreye girmiş bulunuyordu. Alman propagandasının etkisiyle de (Glasneck, 1966) Yahudi aleyhtarlığı ve ırkçılık Türkiye'de giderek karşılık bulmaya başlamıştı. Ortalığı Türkçü dergiler kaplamıştı. Üniversitede ırk araştırmaları yapılıyor, Anadolu'da kafatası ölçümleri yapılarak Türklerin ırkları tespit edilmeye çalışılıyordu.
Savaşa doğru yaklaşıldıkça iktidar içinde Almanya etkisi giderek arttı. Alman yanlıları özellikle Cumhuriyet gazetesi çevresinde örgütlenmişlerdi. Savaşın başlamasıyla da hükümet azınlıkları hedef alan bir dizi yasa çıkardı. Kısa süre sonra başbakanlığa getirilen Şükrü Saraçoğlu ?Türkçü? olduğunu açıkça ilan ediyordu. Saraçoğlu 5 Ağustos 1942'de parlamentoda şöyle demişti: ?Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir de? (Atsız, 1944a: 1).
Nitekim Almanya'nın savaşı kazanma ihtimali yaşadığı sürece bu anlayış Türkiye'de iktidar oldu. Ta ki Kızılordu'nun Berlin'e yürüyüşünün artık engellenemeyeceği tüm dünya tarafından anlaşıldıktan sonradır ki, dönemin Milli Şefi 1944 yılı 19 Mayıs kutlamaları sırasında ?Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız? açıklamasını yaptı (TİTE, 1944).
1944 yılı Türkiye tarihinde önemli bir yıldır. Bu yıl içinde hem o zamana kadarki en kapsamlı komünist tutuklamalarından biri yapılmış, hem de kısa süre sonra ırkçı-turancı yazarlar yargılanmıştır. ?Demokrasi? sözcüğü yeniden olumlu bir anlam kazanmış, üstelik bir yıl içinde toplumun büyük kesimi, hatta savaş boyunca nazizmi desteklemiş olanlar bile ?demokrat? olmuşlardır. Nitekim bir yıl sonra çok partili hayata, ya da dönemin moda deyimiyle ?demokrasiye? geçişle birlikte CHP içinden kopan muhalefet Demokrat Parti adını alacak ve Türkiye'nin 1950'li yıllarına damgasını vuracaktır.
1944 yılına dair unutulmaması gereken bir diğer olay da, savaş boyunca tutarlı bir şekilde nazizm karşıtı tavır almış kimi üniversite öğretim üyelerine yönelik tasfiyelerdir. Bu tasfiyelerin bir şekilde kurbanı olmuş iki ismi anmak, psikoloji tarihi adına önem taşımaktadır: İstanbul Üniversitesi'nden Sadrettin Celal Antel ve Ankara Üniversitesi'nden Muzaffer Şerif Başoğlu.
Sadrettin Celal Antel
Sadrettin Celal Antel 1891'de İstanbul'da doğdu. Paris St. Cloud yüksek öğretmenlik okulunu bitirdikten sonra bir süre Sorbonne'da Durkheim'ın pedagoji derslerini takip etti. Bu sırada marksizmle tanıştı ve 1919 yılında ilk sayısı Almanya'da yayınlanan ve aynı yıl içinde faaliyetlerini İstanbul'a taşıyan Kurtuluş dergisi çevresine katıldı. Türkiye Komünist Partisi'nin yayın organı Aydınlık'ın sorumlu müdürlüğünü üstlendi. 1924'te yapılan Komintern V. Kongresine TKP delegesi olarak katıldı. Şubat 1925'te Takrir-i Sükun yasası sonucunda tutuklandı. Komünist olmak nedeniyle yedi yıl hapse mahkum olduysa da bir yıl sonra çıkan genel afla serbest bırakıldı. Hapisten çıktıktan sonra TKP ile ilişkisini kestiyse de, sol içerikli bakış açısını kaybetmedi.
Bu bakış açısı Antel'in bilimsel yaklaşımında da belirgindir. 1926 yılında çevirdiği ?Declory Usulü? adlı kitabın önsözünde iş okulu düşüncesini vurguluyor ve öğretmen merkezli bir anlayıştan, çocuğun çalışarak öğrendiği ve etkin olduğu öğrenci merkezli bir anlayışa geçilmesini savunuyordu. Bu anlayış üzerinde dönemin Sovyet pedagojisinin etkisini gözardı etmemek gerekir.
Antel partiden ayrıldıktan sonra çeşitli okullarda çalıştı ve 22 aralık 1936'da İstanbul Darülfünunu Pedagoji ve Psikoloji Enstitüsü'ne profesör olarak atandı. İkinci Dünya savaşı döneminde tutarlı bir şekilde anti-faşist bir tutum aldı. Liberal içerikli Tan gazetesinde nazizme karşı çıkan ve Sovyet Dış politikasını öven yazıları çıktı. Ancak böylece Irkçı-Turancı basının da şiddetini üzerine çekti. Irkçı hareketin en önemli demagoglarından Nihal Atsız (1944b) Orhun dergisinde başbakana yönelik yazdığı açık mektupta ?bir vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir? diyordu.
Bu açık mektup Türkçü hükümet üzerinde etkili oldu ve Antel mektubun yayınlanmasından 16 gün sonra görevinden alındı. Bunun üzerine bakanlığı dava etti. Antel'in görevinden alınma nedeni üniversite diplomasına sahip olmayışı, okuduğu Paris St. Cloud yüksek öğretmen okulunun bir üniversite olarak kabul edilemeyeceği olarak duyuruldu. Ancak rektörlük tarafından mahkemeye gönderilen dekanlık yazısı (İÜEF-A ? Antel) Antel'in talebe arasında toplantılar yaptığı, dergilerde de isminin geçtiği gibi iddiaları içeriyordu. Bu da sorunun hiç de Antel'in diplomasıyla ilgili olmadığını gösteriyordu.
Antel'in davası sürerken gelişen olaylar büyük oranda davanın sonucunu etkilemiş olsa gerek. İnönü'nün yukarıda söz ettiğimiz ırkçılık karşıtı konuşması tam da Antel'in görevden alınışının beş hafta kadar sonrasına denk gelmektedir. Üstelik Atsız'ın mektubunda hakaret ettiği bir dizi öğretim üyesinden Sabahattin Ali'nin açtığı davayı takip eden olaylarla birlikte, ırkçı ve Turancılar aleyhinde tutuklamalar başlamıştı. Avrupa'da faşizmin ezilmesiyle, Türkiye'de de demokrasiye doğru bir eğilim belirmişti. İstanbul Üniversitesi rektörü Tevfik Sağlam Eylül 1944'de 12. Ders yılını açış konuşmasında Üniversitede faaliyet gösteren ırkçı ve Turancılara karşı Türk milletinin pek çok ırkla ve milletle çaprazlamalar yapıp da bunların en iyi özelliklerini aldıklarını, ırkçılığın akılsızlık olduğunu söylüyordu. (Sağlam, 1946, s. 2).
Bu yeni yönelim sonucunda Danıştay Antel hakkındaki delilleri yetersiz buldu ve Antel'in 5 Nisan 1945 tarihli kararla görevine dönmesine karar verdi. Antel, kendi yokluğunda Sabri Esat Siyavuşgil'in devam ettiği derslerine 6 Nisan 1945'te yeniden başladı. Üstüne üstlük dekanlık 27 Nisan 1945'de rektörlüğe Antel'in öğrencilerle yakın ilgisi ve çalışması dolayısıyla terfiye layık göründüğünü yazıyordu. Antel 24 Mayıs'ta terfi etti.
Muzaffer Şerif Başoğlu
Psikoloji tarihi açısından tahliyenin ikinci önemli ismi olan Muzaffer Şerif Başoğlu hepinizin bildiği gibi dünyaca ünlü bir sosyal psikologdur. 1906 İzmir, Ödemiş doğumlu ve varlıklı bir ailenin çocuğu olan Muzaffer Şerif Başoğlu çocukluk ve gençlik yıllarında savaşlara tanık olmuş, 1919 yılında bir Yunan askerinin merhametiyle süngülenmekten kurtulmuş, ve sonunda hayatını insan grupları arasındaki problemleri anlamaya adamıştır. İstanbul Üniversitesi'nde 1928'de aldığı bir master derecesinden sonra Harward'a giden Sherif, Büyük Ekonomik Depresyon'u ve onun toplumsal sonuçlarını orada yaşamış ve Almanya'ya geçmiştir. Burada Gestalt psikologlarından Köhler ile tanışan Sherif, Nazizmin yükselişini de izlemiştir. 1933'te Columbia Üniversitesi'nde Almanya'dan yurt dışına sürülen Gestalt ve Frankfurt Okulu mensuplarıyla tanışan, onlarla ev toplantılarına katılan Sherif ayrıca Otto Klineberg'den Irk psikolojisi üzerine politik imaları çok açık olan bir ders almıştır. Bilindiği üzere Sherif 1936'da ?Toplumsal Normların Psikolojisi? isimli ses getiren kitabını yayınladıktan sonra yurda dönmüş ve politik içerikli kimi çalışmalara başlamıştır (Sherif'in hayatının bir özeti için, bkz Granberg & Sarup, 1992).
İkinci Dünya Savaşı'nın da etkisiyle akademik faaliyetlerini siyasallaştırmaktan kaçınmayan Sherif, 1943'te Irk Psikolojisi isimli kitabını yayınlamış ve savaş yıllarında Ankara Üniversitesi'nde sosyoloji bölümü başkanı olan Behice Boran ile birlikte çeşitli siyasal dergilerde yazıları yayınlanmıştır. Bu yazılar da Değişen Dünya (Sherif, 1945) isimli bir kitapta toplanmıştır. Öğrencisi Fatma Başaran'ın aktardığına göre Sherif kendi anti-faşist tutumları doğrultusunda oldukça aktifti, yazı yazmasının ötesinde, örneğin toplantılar da düzenliyordu. Nazizm ile birlikte Turkizm'i de eleştiren Sherif, 1944 yılında artık çok fazla göze battığında, halihazırda Nazizm'i destekleyen Türkiye hükümeti tarafından 4 aylığına tutuklanmıştı. Amerika'daki arkadaşları ve hocaları Hadley Cantril, Leonard Doob, Gardner Murphy ve Gordon Allport'un da desteğiyle hapishaneden kurtarılan Sherif, Amerikan hükümetinin de desteğiyle yurt dışına cıkarıldı (Granberg & Sarup, 1992). Daha sonra Türkiye'ye dönmek isteyen Sherif, bir Amerikalı ile evli olmasının sorun yaratacağına dair bir bilgi sahibi olduğu için ülkeye geri dönmedi ve kişisel serüvenine Amerika'da devam etti.
Konumuz politika ve psikoloji ilişkisi olunca, Sherif'in başına Amerika'da da gelenleri hatırlatmak lazım. Sovyetler Birliği'ndeki sosyal yaşamdan ve de dünyanın en büyük anti-faşist organizasyonu olan Sovyet Komünist Partisi'nin savaş sonrası prestijinden 1940'ların sonuna doğru halen etkileniyor olan Sherif, Ego İlgileri (Sherif, 1948) adlı kitabında bunu kişisel akademik yaşamında hiç olmadığı kadar berrak bir şekilde ortaya koymuştur. Sonuçta da, 1951'de McCarşy döneminde Amerika'da kalabilmesi için bir sadakat yemini imzalamak durumda kalan ve Oklahoma Üniversitesi yönetimi tarafından kalması desteklenen Sherif (Asliturk ve Cherry, 2003), böylece politik içerikli çalışmalarını geriye çekmiştir. Artık Sherif, toplumsal sınıflar bazında yaptığı incelemeleri ?grup? bazına çekmiş ve kendi sosyal psikolojik içgörüsünün siyasal imalarını dillendirirken daha fazla dikkat sarfetmiştir (Sherif, 1966). Politik ve eleştirel psikolojinin öncüllerinden birisi olarak adlandırılabilecek Sherif, farklı bir şekilde psikoloji tarihinde ergenlerle yaptığı gruplararası çatışma ve dayanışma süreçlerini inceleyen çalışmalarıyla anılır (Cherry, 1995). Aslında Sherif bütünlüklü bir sosyal bilimci ve entellektüel olarak bundan daha fazlası ile ifade edilmeyi hak etmektedir. Ancak siyasal süreçler kimi geçiş dönemlerinde buna kolay kolay izin vermemektedir.
Psikoloji ve siyaset
Bu iki örnek ile gördüğümüz şudur ki psikolojinin siyaset ile olan ilişkisi, birincisi akademisyenin siyasal tutumları ve bunların kendi bilimsel söylemine yerleşmesiyle, ikincisi, siyasal bağlamın bu söylem üzerindeki baskısıyla kurulabilmektedir. Geçtiğimiz yüzyılda ekonomik bunalımlar, savaşlar ve uluslararası sorunlar psikologların değişik ölçülerde politize olmalarını sağlamış (ör: Finison, 1976; Schrecker, 1986) ve onları kimi zaman siyasal süreçlerin aktif katılımcısı olmaya zorlamıştır. Kendi dönemlerinin iktidarlarıyla çoğu zaman ters düşen bu insanların durumu bizlere de bir şeyler söylemektedir.
Öncelikle, yukarıdaki iki akademisyenin, Antel ve Sherif'in yaşamlarından da anlaşılacağı üzere bilimsel psikolojik aktivite aynı zamanda siyasal bir aktivitedir. Başka bir ifadeyle bir psikolojik söylemin siyasal bağlamından ayrı olarak ele alınması mümkün değildir. Hatta Antel ve Sherif gibi siyasal görüşlerinde açık olmayan akademisyenler de aslında siyasal bir aktivasyon içindedirler. Örneğin, ?değerlerden bağımsız? ve politik olarak ?nötr? bir psikolojinin var olduğu iddiası kendi içinde ideolojik bir iddiadır ve bugün dünyaya hakim olan bu akıl almaz düzenin ekmeğine yağ sürmektedir.
Amerika'da 1950'lerden sonra bilişsel psikolojinin doğuşu, örneğin Leon Festinger'in çalışmalarının çokça yaygınlaşması, Amerika'daki toplumsal-ekonomik süreçlerle doğrudan ilişkilidir (Israel, 1979). Festinger'in çalışmalarında siyasal-toplumsal süreçlerin oldukça minimum düzeyde olması kendi içinde politik bir tutumu barındırır. Bu tutum Amerikan bireyciliği ile yakından ilişkilidir. Bildiğiniz üzere, psikoloji ile bireycilik arasındaki dans daha çok bir Amerika vakasıdır. Çok tutulan bilişsel psikoloji bu anlamda ideolojik bir değer taşımaktadır. Örneğin, deneysel sosyal psikoloji alanında yapılan kimi çalışmalar göstermektedir ki sosyal psikolojiye halen kimi ölçülerde egemen olan ?özne?, örneğin mekanik, etki tepki mekanizmalarıyla çalışan, yalıtık bir varlıktır. Bu varlık Kuzey Amerika psikolojisinin gürbüz çocuğudur. Özneyi bu şekilde kurgulamak ve dünyaya ihraç etmek ve dünyanın da bunu bu şekilde kabul etmesi sosyal-bilimsel süreçlerin siyasal süreçlerle olan bağını göstermektedir. Kısaca, psikolojik bilginin de bir sosyolojisinin olduğunun kavranması, siyaset ile psikoloji arasındaki bağın sadece kriz dönemlerinde oluşan bir şey olmadığını göstermektedir.
Antel ve Şerif örneklerine bakıldığında görülen, egemen ideolojiyle çatışan kimi insanların, görünüşte bilimsel tercihleri nedeniyle olmasa da politik tercihleri nedeniyle baskıya uğradıklarıdır. Ancak her iki örnekte de açık olan, bu insanların bilimsel anlayışlarıyla politik tercihlerinin aslında bir bütünlük taşıdıklarıdır. Böylece aslında politik baskı, aynı zamanda baskılanan politik tutuma uygun düşen bilimsel paradigmanın da baskılanması anlamına gelmektedir. Antel ve Şerif'in 1944 gibi bir dönüm noktasında tasfiye edilmesi, böylesi kriz dönemleri dışında alternatif bilimsel yönelimlerin baskıya maruz kalmadığını göstermez. İktidarın ideolojisini üretmek amacıyla kurulmuş bir üniversite, özerk ve demokratik bir yapıya kavuşmadan ve kuruluş amacından belirgin bir şekilde uzaklaşmadan sisteme alternatif bilimsel aktivitelerin ve eleştirel anlayışların baskıya uğramaması beklenemez. Kısaca söylemek gerekirse politik baskının olduğu yerde bilimsel özgürlükten bahsetmek ideolojik bir yanılgıdan başka bir şey değildir.
Sertan Batur
Viyana Üniversitesi, Avusturya
Ersin Aslıtürk
Carleton University, Ottawa, Kanada
Okunma Sayısı: 0 / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?