Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.
Ara

Emperyalist Savaş Stratejisi: Terörizm / Psikolojik Sorunlar

Emperyalist Savaş Stratejisi: Terörizm

11 Eylül günü, kimilerine göre Amerikanın "simgelerine", kimilerine göre "dünyanın beynine" yönelik olarak gerçekleştirilen eylemler sonrasında "uluslararası terör" ve "terörizm" gündemin ilk sırasına oturmuştur.

Amerikan emperyalizminin sözcülerinin ifadesiyle, "parmaklar" Usama bin Laden'i eylemlerden dolayı sorumlu gösterirken, ABD, başkanı W. Bush'un talimatıyla "uluslararası terörizme" karşı "yeni savaş" başlatmaya karar vermiştir. Ancak eylemlerin yarattığı ilk şaşkınlık geçer geçmez, dünyanın her yerinde ABD'nin "yeni savaşı"nın ne olduğu, ne olacağı, nereye yöneleceği ve bunun olası sonuçları, "ulusal çıkarlar" vb. söylemleriyle tartışılmaya başlanmıştır. Yine de, başta diğer emperyalist ülkeler olmak üzere, Amerikan emperyalizminin "yeni savaşı" konusunda "kaygılar ve çekinceler" ileri sürmekle birlikte, "uluslararası terörizm" ya da "terörizm" konusunda "hemfikir" olduklarını açıkça ilan etmişlerdir.

Böylece, "21. yüzyılın savaşları" adıyla "terörizm"e karşı yeni bir "haçlı seferi"nin Amerikan emperyalizminin öncülüğünde başlatılacağı kesinleşmiştir.

Oysa ki, Amerikan emperyalizminin "terörizm"e karşı "savaş"ı, dünya devrimci mücadelelerine karşı sürdürülen karşı-devrimci savaşın yeni bir söylemi olarak 1960'lardan günümüze kadar, hemen her düzeyde sürdürülmektedir. Bu nedenle, hiçbir yeniliğe sahip değildir.

Bugün, dün olduğu gibi, "terörizm"in ne olduğundan çok, emperyalistlerin "terörizme karşı savaş" söylemiyle neyi kastettikleri ve ne yaptıkları önemlidir. Dolayısıyla, "terör" ve "terörizm"in ne olduğunu anlayabilmek için, emperyalizmin bunlarla neyi kastettiğini ve bunlara karşı ne yaptığını bilmek gereklidir.

Amerikan emperyalizmine göre, "terörizm" (ki CIA'nın temel belirlemelerinden birisidir), dünyanın herhangi bir yerinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarına yönelik her türlü silahlı ya da silahsız saldırıyı kapsamaktadır. Bu bağlamda, Amerikan emperyalizminin sivil ya da askeri hedeflerine yönelik, silahlı ya da silahsız her eylem (ister bireysel, ister örgütsel, isterse kitlesel ölçekte gerçekleştirilsin) "terör"dür, "terörist eylem"dir.

Bu çerçevesi ile, Amerikan emperyalizminin "terör" tanımı, açık biçimde Amerikan emperyalizmini taciz eden, rahatsızlık yaratan her faaliyeti kapsamına almaktadır. Bu nedenle, yani Amerikan emperyalizmine yönelik, silahlı ya da silahsız, örgütsel ya da kitlesel her faaliyet ve eylem "terör" olarak tanımlandığından, bu eylemlerde "masum insanlar"ın ya da "siviller"in zarar görüp görmemesi gibi bir ölçü de sözkonusu değildir. Dünyanın herhangi bir yerinde bulunan ABD askerlerine yönelik askeri savaştan, ABD kuruluşlarına ve uluslararası tekellerine yönelik silahlı eylemlere kadar, her eylem "terör eylemi" olarak bir kez kabul edildi miydi, emperyalizme karşı yürütülen tüm ulusal ve halk kurtuluş hareketleri de "terörist" hareketler olarak kolayca tanımlanabilmektedir. Amerikan emperyalizmi tarafından "terörist" ilan edilebilmek için, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı silahlı mücadelenin zorunlu olduğunu kabul etmek yeterli olmaktadır. Böylece, 1960'larda Vietnam Ulusal Kurtuluş Ordusu "Vietkong teröristleri" olarak, ilk sırada yer almıştır.

Amerikan emperyalizminin "terörizm" söyleminin akademik tanımlanması ise, "siyasal nitelikli amaçlara ulaşmak için kullanılan ve psikolojik yanı ağır basan bir savaş biçimi; siyasal süreci etkilemeyi amaçlayan şiddet eylemleri" şeklinde olmaktadır. Bu "akademik terörizm tanımı", 1960'lı yıllarda Latin-Amerika'da başlayan şehir gerilla savaşlarıyla birlikte geliştirilmiştir. Böylece, "terörizme karşı mücadele" paravanası altında Amerikan emperyalizminin CIA aracılığıyla organize ettiği kontr-gerilla faaliyetleri, her durumda "psikolojik savaş" temelinde yürütülmüştür.

Ülkemiz somutunda yıllardır sürdürülen "psikolojik savaş", Orgeneral Nejdet Uruğ'un 4 Aralık 1979 tarihinde Sıkıyönetim Komutanları toplantısına sunduğu raporda şöyle tanımlanmıştır:

"Bu strateji anarşistleri, halktan fiziki ve psikolojik olarak tecrit ederken, halktan personel, malzeme ve istihbarat desteği almalarını önleyebilmelidir. Psikolojik harekât, bu stratejinin büyük bölümünü teşkil etmeli ve ayaklanmayı yok etmesi kadar mani de olabilmelidir. Anarşistlerin teşkilatlarını ve yönetici kadrosunu bertaraf etmek veya tesirsiz hale getirmek bu stratejinin temel ilkesi olmalıdır. Her ayaklanma hareketinin nüvesini teşkil eden ve ekseriyetle küçük bir grubun oluşturduğu merkezi yönetici kadrosu (liderler) çok iyi gizlenmesine rağmen, meydana çıkartılmalı, yok edilmeli ya da başka şekillerde tesirsiz hale getirilmelidir. Vurucu tedhiş unsurlarının (kuvvetlerinin) yok edilmesi stratejinin formüle edilmesinde dikkate alınacak diğer bir unsurdur. Bu unsurlar üzerinde baskı, öncelikle polis ve diğer güvenlik kuvvetlerince sürdürülür. Ve zayiat vermelerine, ikmal maddelerinin tahribine, morallerinin bozulmasına çalışılır. Bu arada strateji, anarşistlere eylemlerini gönüllü olarak durdurmaları hususunda ikazda bulunan müspet programları da ihtiva etmelidir."

Görüldüğü gibi, daha "terörizm" söyleminin dünya çapında yaygınlaşmadığı bir evrede, zamanın orgenerali Nejdet Uruğ "anarşistler"e karşı izlenecek stratejinin temeline "psikolojik savaş"ı yerleştirmiştir. 1970'lerde "şehir şakileri", "anarşistler" olarak tanımlanan şehir gerillası, 1980'lerden sonra "teröristler" şeklinde genel bir söyleme oturtulurken, "karşı strateji" bir ve aynı kalmıştır: Psikolojik savaş.

Salt ülkemizdeki söylemler ve uygulamalar bile, 11 Eylül günü New-York ve Washington'da gerçekleştirilen eylemler sonrasında tüm dünya çapında propagandası yapılan ve "21. yüzyılın savaşı" olarak lanse edilen "terörizme karşı savaş"ın hiçbir yeniliğe sahip olmadığını açıkça göstermektedir.

Diğer yandan, "psikolojik savaş", savaş tarihi kadar eski bir olgudur.

Clausewitz, 1832 yılında yayınladığı "Savaş Üzerine" adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

"Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir."

Dolayısıyla, savaşta, düşmanın iradesinin kırılması belirleyici yere sahiptir. İrade ise, burjuva "bilim adamları"na göre psikoloji alanına girmektedir. Bu nedenden dolayı "Pentagon", savaş tarihini, "psikolojik savaş"ın bir gerçekliği olarak değerlendirmektedir. Bu, aynı zamanda, savaşın emperyalist askeri teorisyenler tarafından "topyekün savaş" (total war) olarak tanımlanmasıyla da çakışmaktadır. 11 Eylül sonrasında Amerikan emperyalizminin "terörizme karşı yeni savaşı"na ilişkin yapılan tüm açıklamalar da, bu "yeni savaş"ın "topyekün savaş" "konsepti" ile yürütüleceğini açıkça göstermektedir.

"Topyekün savaş" ise, ilk kez zamanın Alman genelkurmay başkanı Ludendorff tarafından 1920'lerde ortaya atılmış ve Nazi Almanyası tarafından II. yeniden paylaşım savaşında savaş "konsepti" olarak her alanda uygulanmıştır.

Ludendorff, "Topyekün Savaş" adlı kitabında, savaşın, bir ulusun ve ülkenin tüm toplumu tarafından desteklenmesi gereken ve desteklenen niteliğe dönüştüğünü söyleyerek, savaş stratejisinin bu dönüşüme uygun olarak "topyekün savaş stratejisi" olması gerektiğini söylemektedir. Ludendorff'a göre, savaş eylemi, sadece düşmanın silahlı güçlerine yönelik bir faaliyetle sınırlandırılmamalı; tersine, savaş, düşmanın savaşta direnme gücünü oluşturan tüm toplumsal dayanaklarını da ortadan kaldırmayı esas almalıdır. Bu tanımlamaya göre, yeni savaş stratejisi, düşmanın tüm silahlı güçlerini ve nüfusunu imha etmeyi hedeflemek durumundadır.

II. yeniden paylaşım savaşında Hitler ordularının uyguladığı bu "topyekün savaş" stratejisi, tüm savaş boyunca diğer emperyalist ordular tarafından da benimsenmiştir. Bunun en tipik sonuçları ise, Londra'nın Alman uçak ve roketleriyle ve Frankfurt'un İngiliz ve Amerikan uçaklarıyla bombalanması olmuştur. Her iki saldırıda da, ellibinin üzerinde "sivil" yaşamını yitirmiştir.

Görüleceği gibi, emperyalist genelkurmayların 1920'lerden itibaren kabul ettikleri "topyekün savaş stratejisi", günümüzün kavramlarıyla ifade edersek, cephe gerisine yönelik "psikolojik savaş" temelinde yürütülmektedir. Uzun yıllardan beri İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladığı bu strateji, hemen her durumda, Filistinlilerin silahlı eylemlerine karşılık olarak (misilleme) Filistin yerleşim yerlerini bombalamak ve buldozerlerle buraları yıkmak şeklinde uygulanmıştır. Amaç, halkı yıldırmak ve iradesini kırmaktır.

Burjuva aydınları arasında genel kabul gören bir başka tanıma göre, "terör, insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit etme eylemidir". Bu tanım esas alındığında, emperyalist savaş stratejilerinin "terör stratejileri" olduğunu söylemek fazlaca yanlış olmayacaktır. Özellikle 1960'larda Latin-Amerika'da başlayan şehir gerilla savaşlarıyla birlikte CIA tarafından planlanan ve Pentagon tarafından "icra edilen" kontr-gerilla stratejileri, "topyekün savaş" stratejisinin en yeni örnekleri olurken, aynı zamanda "psikolojik savaş"la özdeşleşmiştir. Böylece, günümüzde emperyalist ülkelerin savaş stratejilerini "askeri savaş" ve "psikolojik savaş" olarak birbirinden ayırmak olanaksız hale gelmiştir.

1991 yılında T. Özal döneminde çıkartılan "Terörle Mücadele Yasası"nda "terör", "baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemler" şeklinde tanımlanmıştır.

Halen yürürlükte olan "Terörle Mücadele Yasası"na göre, "terör", herşeyi ve her türlü eylemi kapsamaktadır. Dolayısıyla, "terörizme karşı savaş", aynı şekilde, her alanı ve her türlü karşı-eylemi içermek durumundadır ve yasa, bu karşı-eylemleri "haklı ve meşru" göstermeyi amaçlamaktadır.

Elbette, böylesine herşeyi kapsayan "terör" tanımlarıyla ya da yasalarla "haklılık ve meşruiyet" sağlanamamaktadır. Bu nedenle, tüm propaganda araçları ve "örtülü operasyonlar" kullanılarak, "terör" ve "terörizm" konusunda kamuoyunun koşullandırılması gerekmektedir. Bu, aynı zamanda, "psikolojik savaş"ın ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, emperyalist basın ve yayın kuruluşlarıyla yürütülen dezinformasyon faaliyetleri emperyalist ülkelerin "psikolojik savaş stratejisi"nin temel belirleyicilerinden birisidir. Bu bağlamda, gerçeğin tahrif edilmesi ve yeniden kurgulanması olarak dezinformasyon, her durumda alabildiğine kullanılan araçtır.

11 Eylül sonrasında Amerikan emperyalizminin birbiri ardına yaptığı açıklamalar izlendiğinde açıkça görülen, dezinformasyon yoluyla, herşeye ve her yere yönelik eylemi haklı ve meşru göstermeye çalıştığıdır. New-York ve Washington eylemlerinin hemen ardından "tüm parmaklar" Usama Bin Laden'i gösterirken, aynı zamanda "terör örgütleri" ve "terörist eylemler" listeleri yayınlanmaya başlanmıştır. Afganistan, Irak, Libya, Lübnan, Filistin, Yemen gibi ülkeler "terörist ülkeler" olarak eylemlerin arkasındaki "destek üsleri" olarak sunulurken, Almanya, İsviçre gibi ülkeler de "geçiş ülkeleri" olarak gösterilmektedir. Çok geçmeden, bu listeye, Küba, Venezüella, Peru, Kolombiya gibi ülkelerin de eklenmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Diyebiliriz ki, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin ulusal ve halk kurtuluş savaşlarına karşı savaş stratejileri "terör stratejisi"dir ve bu stratejinin esası "psikolojik savaş"tır. Bu savaşın en temel ideolojik aygıtı ise, "medya" ve "medya" aracılığıyla yürütülen dezinformasyondur. Dolayısıyla, emperyalizmin "terörizmle mücadele" söylemiyle silahlı devrimci mücadelelere karşı yürüttüğü ve yürüteceği "psikolojik savaş", salt askeri savaş olmayıp, aynı zamanda ideolojik-politik bir savaştır.

Burada, Amerikan emperyalizminin başını çektiği "terörle savaş"ın, "gerillaya karşı savaş"la, yani kontr-gerilla yöntemleriyle bir ve aynı olduğunun da altının çizilmesi gereklidir.

Herkesin bilebileceği gibi, Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin temel amacı, gerilla ile halk kitlelerini birbirinden ayırmak ve bu yolla gerillayı tecrit etmektir. Bir başka deyişle, kontr-gerilla yöntemleri, halk kitlelerinin tepkilerinin pasifize edilmesini, yani kitle pasifikasyonunu esas alır. Kitle pasifikasyonu gerçekleştirilebilindiği oranda gerillanın tecrit edilmesi olanaklı hale gelmektedir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin silahlı devrimci mücadeleye karşı yürüttüğü karşı-devrimci faaliyetin ağırlık noktası kitle pasifikasyonudur. Kitle pasifikasyonunda kullanılan araçlar ise, her türden kitle hareketine yönelik şiddet, işkence, toplu tutuklamalar vb.'dir. Bu yüzden, kitlelere ve kitle eylemlerine yönelik saldırılar (resmi silahlı güçler ya da faşist milisler aracılığıyla), Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin somut görünümleridir. Kitlesel katliamların Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturması, aynı zamanda, onun "terör" yöntemlerini en yaygın biçimde kullandığını ifade eder.

Amerikan emperyalizminin kitlelere yönelik pasifikasyon uygulamalarında kitlelere yönelik saldırılar ve kitle katliamları, hemen her durumda resmi silahlı güçler ya da (asıl olarak) faşist milis örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleştirilir. Ülkemizde MHP' nin kitlelere yönelik saldırı ve katliamlarından Latin-Amerika'daki "ölüm mangaları"na kadar, tüm "örtülü operasyonlar", Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin bir parçasını oluşturmaktadır. "Topyekün savaş", "psikolojik savaş" bağlamında yürütülen kontr-gerilla faaliyetlerinin kitlelere yönelik saldırı ve katliamları esas alması, Amerikan emperyalizmiyle bağlantılı ya da onun tarafından örgütlenen tüm karşı-devrimci hareketlerin ayrılmaz özelliğidir ve onların silahlı savaş anlayışlarının temelini oluşturur. CIA tarafından eğitildiği ve silahlandırıldığı açıkça bilinen Usama bin Laden'den Hizbullah'a, İslami Cihat'a ya da Hamas'a kadar tüm şeriatçı örgütlenmelerde de, MHP'de ve "ölüm mangaları"nda da egemen olan anlayış, kitlelere yönelik saldırı ve katliamlarla, "karşı gücün" pasifize edilmesi ve sindirilmesidir. Silahlı devrimci mücadelenin kitlelerle olan ilişkisinden türetilen bu kontr-gerilla mantığı, 11 Eylül günü New-York ve Washington eylemlerinde "kendi sahibine" karşı kullanılmıştır.

Şüphesiz, 11 Eylül günü New-York ve Washington'da "ABD'nin simgelerine" yönelik olarak gerçekleştirilen eylemlerin dünya halkları üzerinde yaratmış olduğu etki, bu ve benzeri pek çok olgunun gözden kaçırılmasına da neden olmaktadır.

II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında emperyalist sistemin egemen gücü durumunda olan ve emperyalizmin dünya çapında jandarmalığını üstelenen Amerikan emperyalizminin, bugüne kadar dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirdiği katliamlar, baskılar, işkenceler, askeri darbeler, halk kitlelerinde büyük bir tepki ve kin oluşturmuştur. Özellikle 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında dünyanın tek "süper gücü" olarak ortaya çıkan Amerikan emperyalizminin "globalizm", "yeni dünya düzeni" vb. söylemlerle yaptığı dayatmalar, geçmiş dönemlerin olgularıyla birleşerek, kitlelerin tepkisini daha da artırmıştır. Bunun sonucu olarak, 11 Eylül günü gerçekleştirilen eylemler, kim tarafından ve hangi amaçla yapıldığına bakılmaksızın ve de önemsenmeksizin, kitlelerde büyük bir sevinç duygusunun uyanmasına neden olmuştur.

Öte yandan emperyalizme bağımlı pek çok ülke, Amerikan emperyalizminin bu eylemle karşı karşıya kaldığı "şok"tan yararlanarak, kendisine bazı avantajlar sağlama peşine düşmüştür. Hemen hemen tüm ülkeler ve politikacılar, gerçekleştirilen eylemler karşısında, "masum insanların yaşamlarına kasteden terörizmi kınıyoruz, ama bunun sorumlusu ABD'nin izlediği politikalardır" türünden bir söylem içine girmişlerdir. Devletin kesin denetimi altında olduğundan kimsenin şüphesi olmayan TRT bile, bu eylemlerin, ABD'nin kendi çıkarlarını "globalizm", "yeni dünya düzeni" adıyla dünyaya kabul ettirmeye zorlamasının bir sonucu olduğunu açıkça ifade edebilmiştir. Hatta, ülkemizde yaşanan ekonomik kriz ortamında dış borçların ertelenmesi için bu eylemlerin uygun bir ortam yarattığı "medya"da yazılıp-çizilmeye başlanmıştır.

Hiçbir marksist-leninist, emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin, bugüne kadar dünya çapında yaptığı vahşeti, katliamları, işkenceleri, askeri darbeleri, kontr-gerilla eylemlerini öne çıkartarak, 11 Eylül günü gerçekleştirilen eylemleri, doğru, haklı ve anti-emperyalist eylemler olarak kabul edemez ve etmemelidir. Hiçbir devrim hareketi, emperyalizmin savaş yöntemlerini kullanarak anti-emperyalist bir savaş yürütemez. Devrimci savaşın, kendi amaçlarına uygun araçları vardır ve amaçlarına uygun olarak belirlenmiş savaş kurallarına sahiptir. Bugüne kadarki tüm devrim mücadelelerinin açıkça gösterdiği gibi, emperyalizm, devrimci savaşları durdurabilmek için her türlü aracı kullanarak açık terör uygulamıştır ve uygulamaktadır. Karşı-devrimci terör ile devrimci şiddet, gerek amaçları yönünden, gerekse biçim yönünden birbirinden açık ve net bir biçimde ayrıdır ve ayrı olmak zorundadır. Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin uyguladığı teröre karşılık olarak, belirlenmiş kurallara sahip devrimci savaş yürütülmek durumundadır. Lenin'in deyişiyle:

"Çok gelişmiş bir kapitalizmin ürünü olan emperyalist savaşın nedenleri ve önemi, böyle bir savaşa ilişkin sosyal-demokratik taktikler, sosyal-demokratik hareket içindeki bunalımın nedenleri, vb. üzerinde ciddi olarak düşünmek başka şeydir, savaşın, düşüncenizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığın altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir."

ABD halkı, kendi askerlerinin, kendi devletinin, kendi gizli örgütlerinin Vietnam'dan Latin-Amerika'ya kadar dünyanın her yerinde yüzbinlerce, milyonlarca insanın öldürülmesi, katledilmesi, işkenceye uğratılması, kaybedilmesi olaylarından dolayı doğrudan sorumlu tutulamaz. Tıpkı, Amerikan tekellerinin geri-bıraktırılmış ülkeleri sömürmesinden dolayı halkın "sömürgeci" ilan edilemeyeceği gibi. Hiç unutulmamalıdır ki, bu katliamlara, işkencelere, emperyalist savaşlara ve sömürüye karşı çıkan, Seatle'da, Washington'da emperyalizme karşı, "globalizme" karşı kitlesel eylemler yapan binlerce ABD'li vardır. Devrimci mücadele, sınıf mücadelesidir; bu mücadelede sınıflar gözönüne alınmaksızın yapılacak her tahlil ve değerlendirme karşı-devrimin işine yarayacaktır. Emperyalizme karşı savaş, proletaryanın öncülüğünde yürütülen yurtsever bir savaştır. Bunun dışındaki her kavrayış, burjuva ya da küçük-burjuva milliyetçiliğidir, ümmetçiliktir. Bu nedenle, milliyetçi ya da ümmetçi bakış açısıyla, ABD halkı topyekün düşman ilan edilemez. Biz marksist-leninistler olarak, ABD ya da bir başka emperyalist ülkenin halkına karşı değil, emperyalizme, emperyalist sömürüye, emperyalist savaşlara karşı savaşmak durumundayız.

Bu bağlamda, diyebiliriz ki, 11 Eylül'de gerçekleştirilen eylemler, Amerikan emperyalizminin finans kuruluşları ile askeri yönetim merkezi Pentagon'a yönelik olmakla birlikte, kullanılan araçlar ve biçim açısından, devrimci savaşın kurallarıyla bağdaşmaz niteliktedir.

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...