Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.
Ara

Psiko Mekan/ Mimaride Temel Kaygılar II / Psikolojik Sorunlar

Psiko Mekan/ Mimaride Temel Kaygılar II

Mimaride Neyi Sürdürüyoruz?

Fayda merkezden yayılır… Bu evrensel olarak var olduğunu savunabileceğimiz bir ilkedir. Kişi kendine yarar sağladığı oranda, ailesine, yakın çevresine ve akabinde topluma yararlı bir birey olur. Vücudumuzda bir organ doğru işleyebildiği ölçüde diğer organlarımızı destekleyebilecektir. Sosyal ve çevresel yapılanmada da durum farklı değildir…

Binalar çok daha büyük bir sistemin parçalarıdır. Çok parçalı bir sistemde her bir küçük parça kendi parçası olduğu bütüne sağlayabildiği katkı oranında önem kazanır. Bütünün ne olduğuna baktığımızda inşa edeceğimiz ve ettiğimiz binaların yaşadığı şehir ve ülkenin olduğu kadar aslında bütünde “Yeryüzünün” de bir parçası olduğunu kabul etmemiz gerekir. Tıpkı insan vücudunun organları ve hücreleri arasındaki ilişkide olduğu gibi…

Yeryüzünde, doğanın inanılmaz bir gücü vardır. Kendi haline bırakıldığı takdirde insan eliyle yapılmış yollarımız apartmanlarımız yerle bir olacaktır. Doğa insan yapısı her şeyi aşındırır. O yüzden alt yapımızı çatılarımızı balkonlarımızı cephelerimiz sürekli onarmak zorundayızdır…

Endüstri devrimi ile beraber, mimari yaklaşımlar, sahip olmaya çalıştıklarını ortaya koymak yerine, kıyaslarını dününden daha iyi olma yönünde oluşturmaya başladığından beridir inşaat teknolojisi gelişim göstermektedir. Ancak insan kendi inşa ettikleri ile dünyaya hükmetme çabasında olduğundan, bu gelişim doğa ile birlikte değil doğadan bağımsız olarak şekillenmiştir. Dolayısı ile geliştirdiğimiz teknolojiler ile oluşturduğumuz yapay çevrelerde, doğadan kopuk hayat çözümleri ile oluşan yan etkiler peş peşe gelen sorunları beraberinde getirmektedir. Günümüzde yapay havuzlar su ile teması seven insanların keyif aldıkları, spor yaptıkları ve dinlendikleri önemli mekânlardır.  Ancak siz bir havuz hayal edip inşa ettiğinizde akabinde yeni yapay çözümler de üretmeniz gerekir. Hiçbir deniz kendi başına bıraktığınızda kirlenmez. Denizlerin suları sürekli kendini temizler. Ancak bir havuz çok çabuk kirlenir. Havuzlarda, havuzlara özgü bakteriler gelişir. Havuzların hijyeni için onları klorlamaya başlarsınız. Bu sefer klorun sebep olabileceği yan etkiler oluşmaya başlar ve siz yeni çözüm arayışlarına girersiniz. Oysaki deniz bu sistemin tamamını size hazır olarak sunmaktadır. Deniz kendi sürdürülebilir sistemine sahiptir…

İlginç olan doğanın bu sürekli devinen halinin aslında bizim hayatımızın sürekliliğini baki kıldığının farkındalığını yitirmiş olduğumuzdur. Durağan su bulanır ve kirlenir. Hareketli olan sürekli kendini yeniler. Süreklilik ise doğanın olması gereken gerçek yapısıdır. Doğurganlık, gelişme değişim, ölüm ve dönüşüm hali vardır sürekli olan doğanın yapısında… İnsanoğlu ise onu durdurmak için uğraşır. Dünyayı sahiplenme adına kendi düzenimizi ona dayatmaya çalışırız. Bu bizim yaşama arzumuzla ilgilidir… Ancak dünyayı asla sahiplenemeyeceğimizi ve bir insan ömrü kadar var olabileceğimizi idrak etmekten uzaklaşıyor olduğumuzu fark edemeyiz. Mesele dünya düzeni ile barışık ve uyumlu yaşamlar oluşturabilmektir. Mesele merak ederek alıcı gözle yeryüzü sitemini modelleyebilmek ve yeryüzünün dönüştürülebilir sisteminden yararlanarak, kendini yenileyebilen sosyal yapılanmalar ve çevreler oluşturabilmektir.

Denizaltı yaparken, balinaları, uçak yaparken kuşları modelleyebildiysek, apartmanlarımızın havalandırma sistemlerinde de neden termitlerin yuvalarında kullandıkları havalandırma ve iklimlendirme sistemleri, atmosfere zararlı gazlar salan yapay mekanik sistemler yerine, daha çevre ile barışık sistemler geliştirmemize ön ayak olmasın ki?

Fosil yakıtları yeryüzünün işleyişine aykırı bir şekilde hatta tam tersi yönde kullanırken neden güneş, rüzgâr ve gelgit  olaylarından yararlanmayalım ki? Eğer meselemiz bu dünya yaşamını sürdürebilmek olacak ise…

Yüzlerce yıldır mimari, doğa karşısında zafer kazanmak için uğraşmıştır… Dünya üzerinde kurmaya çalıştığımız düzen ve dünyayı değiştirme çabamız bir şehri bir saniye içinde yok edebilme gücüne sahip olan doğanın karşısında acizliğinden kurtulamıyor. Aslında, bizi sürekli tehdit eden öngörülemezlikleri öngörülebilir kılmak ve bu bilinmezlerle dolu geleceği kontrol edebilir olmak arzusu bize bu yanılsamayı yaşatan... Ancak biz doğayı kontrol etmeye ve sahip olmayı ne kadar çok istiyorsak onu o kadar çok kaybediyor olduğumuzu ancak yeni idrak edebiliyoruz…

Bugün binlerce yıllık insanlık tarihi sonrasında teknolojik gelişimde bugün vardığımız yer itibariyle biz ne kadar doğaya başkaldırarak ona hakim olmaya çalışıyor olsak da sonuç itibari ile kendi yaşam alanımızı yok ettiğimizi ancak fark edebiliyoruz. Bu farkındalık bağlamında da doğayı durdurmaya, doğaya hükmetmeye çalışarak yeni sahte hayatlar kurmak değil doğanın devingenliği ve sürekliliğinden yararlanabileceğimiz yaşamlar yaratabilmek önem kazanıyor günümüzde…

Doğa tüm bu sürekliliği ve devingenliği içinde aslında sürekli işleyen evrensel bir takım ilke ve yasaları barındırmıyor mu? Kendi haline bırakıldığında doğa hiçbir zaman üretebileceğinden fazlasını tüketmiyor… Ve her şey, her şey ile ilişkili bir şekilde sürekli yenilenerek devamlılığını sağlıyor… Amazonlardaki yağmurun, Hindistan’daki kelebeğin kanat çırpışı ile ilişkisi var… Sistem bütün olarak çalışıyor… Bu sisteme dışarıdan hiçbir şey eklemlenemiyor…

Böyle bir sistem içinde bizim yapıp ettiklerimizin bağımsız bir şekilde çalışabilmesini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir sistemde insan eli ile yapılanın, bu sitemin kurallarının dışında hatta o kurallara aykırı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi mümkün değil... Sen sistemin işleyişini aksatan, o sistemin araçlarını kafanın estiği gibi, sisteme hiçbir şey katmadan kendi kurallarına göre kullandığında sistem alarm vermeye başlayacaktır. Mimaride farklılık ne kadar önemli olursa olsun, bazı alanlarda kendini dizginleyebilmek, kısıtlamalara göre hareket etmek ve kurallara uymak pek çok başka değerden daha çok önem kazanmakta…

Kurallar deneyimlenerek geliştirilmiş yöntemlerdir… Bunlar toplumsal olarak kabul edildiğinde kanunları oluştururlar. Gerçek anlamıyla baktığımızda kurallar ve kanunlar hayatlarımızı kısıtlamak için değil hayatlarımızı kolaylaştırm ak için vardırlar.  Önemli olan o kural ve kanunların uzun vadede genel faydaya yönelik olarak tutarlı bir yapıda olmalarıdır… Bütün insanlığın geleceğini gözeten uzun vadeli, ileri görüşlü ve küresel faydayı gözeten yaptırımların mesleğe çok büyük getirisi olacaktır.

Nitekim günümüzde çeşitli ülkelerde devlet bazındaki yönetmeliklerde bu yönde bir takım adımlar atılmaya başlanmıştır. Ancak yeterli değildir. Le Corbusier yirminci yüzyılın ilk yarısında durumu şu sözleri ile özetlemiştir. “Unutmayalım ki şehirlerin kaderleri Belediye binalarında belirleniyor”…

Mimarlık süreçlerinin ve bunun yanında beslenme, su temini ve çöp sistemlerinin, iklim değişimini önemli oranda olumsuz etkilediği kabul edilmektedir. 1980’lerde çalışmaların odağı enerji ve teknik sistemler üzerindeyken, şu anda teknolojinin her şeye çözüm olamayacağı anlaşılmıştır…

Bu bağlamda, yüksek kaliteli bir yaşamın sunulabilmesi için disiplinler arası bütünleşik çabalarla sürdürülebilirlik yaklaşımının benimsenmesi, en küçük ölçekten bölge planlama ölçeğine kadar, doğal çevrenin, altyapının, peyzajın, binaların sürdürülebilir bir gelecek hedefi ile ele alınması önem kazanmıştır…

Yüzyıllardır meslek halini almış olan mimarlığın amacının, “insan için” var olan alanların yapılandırılması olduğu unutulmamalıdır. Mesleğin insanlığa fayda sağlayabilen yönde işleyebilmesi, bir binanın ya da binalar bütününün,  çevresinden, yöresinden, ülkesinden, toplumundan ve iklim kuşağından ayrı düşmeyişi ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda ele alındığında “Sürdürülebilir mimari”, önceki mimari yaklaşımları da kapsayan bir üst başlık olarak, küresel çevre sorunları ve gelişme problemlerine çözüm üretmeye çalışan, bütüncül, stratejik ve planlı bir yapılaşma şekli olmalıdır. “Sürdürülebilir mimari”, morfolojik özellikleriyle olduğu kadar, yörenin toplumsal, kültürel ve ekonomik altyapısına bulunduğu katkıyla çevreye duyarlı sayılan bir mimari pratik öngörebilmelidir…

Dolayısı ile oluşturulacak yeni kurallara ihtiyaç vardır.  “Yaşam kalitesini yükseltmek amacı ile küresel anlamda dünya kaynaklarının adaletli dağılımına ve bu doğal kaynakları korumaya yönelik hizmet etmek, bu arada özellikle sera gazları emisyonu olmak üzere her türlü kirlenme biçiminde önemli ve sürdürülebilir bir azalma sağlamak” olarak tanımlanabilecek olan temel yaklaşım ile belirlenebilecek sürdürülebilirlik ilkeleri yeni yönetmelik ve yasaların şekillenmesinde rol almalıdır. Mimarinin gelecek kuşakların dünyasını daha verimli kılmak adına sürdürülebilirlik kavramını davranış boyutuna geçirmesi ve kalıcılığını bir takım yönetmelik ve yasalarla sağlaması önemli bir ahlaki gelişim olacaktır.

Geçmiş hafızamızı tazeleyecek olursak, bu ilkeler ve yaklaşımlar 1980’lerin teknoloji bağımlılığı öncesindeki dünya mimarlık pratiğinin içinde yer alan, uygulanan, yerel tarihi dokularda örneklerini bolca bulduğumuz tasarım ilke ve yaklaşımlarından farklı olmayacaktır aslında... Bugün ki mesele mimari ahlakın bu ilkeleri doğanın kendi sürekliliği ile örtüştürememiş olması ile ilgilidir. Mesele bugün mimarinin var olanı tüketmek üzerine tasarlanıyor olmasıile alakalıdır… Bugün yerkürenin varlığını zarar görmeden sürdürebilmesi için en azından tüketimlerimizi ürettiklerimizle elde edilebilme çabasının, dünya çapında mimari çözüm yaklaşımlarının standart anahtarı olarak kullanılmaya başlanması gerekmektedir. Ürettiklerimizden daha fazlasını tüketiyor olmamız dünyanın kurulu düzenindeki üretim tüketim dengesini bozduğu için bugün dünya üzerindeki yaşam alarm çanları çalmaktadır. Oysa gerçek basittir…
Mesele doğadan kullandıklarımız çerçevesinde doğaya katkı sağlayabiliyor olmamız ile alakalıdır.  Dünyada yağan yağmur ile yer küredeki su oranı atmosferdeki gazlar ile soluduğumuz oksijen ve bitkilerin emdiği karbondioksit oranları arasında inanılmaz bir üretim ve tüketim dengesi vardır. Ve hiçbir organizma ürettiğinden fazlasını tüketmiyordur…

Doğadan hakkımız ölçeğinde yararlanıyor olmamız gereklidir…  Doğa bize kendi ihtiyaç duyacağımız tüketimlere yönelik olarak oluşturabileceğimiz üretim sahalarının malzemelerini sunmaktadır. Mesele o malzemeler ile belli üretim tüketim dengelerini kurgulayabilmektir. Neden İstanbul boğazının dibindeki tatlı ve tuzlu sunun hareketinden elde edilecek enerji ile elektrik üretmeyelim ki? Neden gelgitlerin enerjisinden yararlanmayalım ki? Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede yaşıyorken…

Tüketimlerimizi kendi üretimlerimiz çerçevesi içerisinde tutabiliyor olmamız bizim kaynaklarımızın bereketli olmasını sağlayacaktır… Mimari bir yapılanma tüketimi körüklemek yerine üretilenin kendi tüketim ihtiyaçlarını da karşılayabilen bir yapıya dönüştürülmesini hedefleyen kurallara oturtulmalıdır… Mimari bir yapılanma ileriye yönelik tüketimleri hedefleyerek değil mevcut üretime yönelik tüketimin ne olması gerektiği ile ilgilenmelidir…

Devran Bengü

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...