Mum dibine ışık vermez.
Ara

Gereksinimlerimiz, Güdüler Ve Mutluluk-1 / Psikolojik Sorunlar

Gereksinimlerimiz, Güdüler Ve Mutluluk-1

Binlerce yıldır insanlığın kafasını yoran en önemli sorunlardan biri, davranışlarımızı neyin yönlendirdiği ya da daha mutlu olmak için hangi güdülerimizin davranışlarımızı belirlediği sorunu. Doğduğu andan itibaren insan, hangi gereksinimleri duyuyor ve hangi gereksinimlerin tatmin edilmesi onu nasıl mutlu ediyor? Yeni gereksinimler nasıl gelişiyor ve bu bizim mutluluğumuzu nasıl etkiliyor? Hatta belki de uygarlığı bu sorunlara yaklaşımla ölçmek gerek. İlk mekanik buluşları gerçekleştiren erken uygarlıklarda insan davranışlarına akılcı bir yaklaşım henüz ortaya çıkmamışken, antik Helen kentlerinde filozofların bu konuya kafa yorduklarını görüyoruz. Bu konuda farklı uygarlıklarda değişik yaklaşımlar da görmekteyiz. Aydınlanma dönemiyle birlikte derinleşen tartışmalar geçen yüzyılda geliştirilen teoriler ile evrildi. Bu yazı bu teorilere eleştirel bir bakışla mevcut teorileri aşmaya yönelik bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlıyor. Sonuçta da insanın nasıl bir toplumda daha mutlu olabileceği irdelenecek.
Belirli bir yaşa gelen her sağlıklı çocukta görülen çevresindeki şeyleri öğrenme ve onları anlama güdüsü, zamanla eğitim yoluyla tersine çevrilerek sonuçta anlaşılması zor olan şeylere ilgi göstermeme şeklinde değiştirilebiliyor.
Her şeyden önce temel bir iki kavramı açmamız gerekiyor. İnsan davranışlarını çeşitli kategorilerde ele almak mümkün. Bunlardan önemli bir bölümü belirli bir güdüyle ortaya çıkan davranışlar. Sözgelimi, açlık duyan bir bebeğin annesinin memesine saldırması gibi. Burada güdülenmeye yol açan açlık duygusu. Açlık ise beslenme gereksiniminin yarattığı bir duygu. İnsanda görülen birçok güdüden farklı olarak bebeğin memeye saldırması hayvanlarda da olan bir içgüdü. Bu, milyonlarca yıldır genlere işlenmiş bir güdü ve bunun öğrenilmesi gerekmiyor ya da eğitimle değiştirilme şansı olan bir güdü değil. Oysa belirli bir yaşa gelen her sağlıklı çocukta görülen çevresindeki şeyleri öğrenme ve onları anlama güdüsü, zamanla eğitim yoluyla tersine çevrilerek sonuçta anlaşılması zor olan şeylere ilgi göstermeme şeklinde değiştirilebiliyor. Dolayısıyla bu güdüden içgüdü diye söz etmek olanaklı değil; çünkü toplumsal eğitimle geliştirilmesi ya da köreltilmesi sözkonusu.
Öte yandan insan davranışlarından söz ederken tüm davranışların belirli bir güdüyle ortaya çıkmadığını da saptamak gerek. Sözgelimi, bir ses duyduğumuzda veya bize bir şey söylendiğinde yüzümüzün ifadesi değişiyor. Genelde bu yalnızca duygularımızın dışavurumudur ve belirli bir gereksinimi karşılamaya yönelik olmayabilir. Aynı şekilde konuşurken yaptığımız hareketler, kendimizi ifade etmeye yönelik davranışlardır. Güdüler ise bizi belirli bir gereksinimimizi karşılamak için yaptığımız davranışlara yönlendiriyor. Bu gereksinimlerimizin karşılanması ise bizim mutlu olmamızı sağlıyor ya da bizi daha mutlu ediyor.
Geçen Yüzyıldaki Tartışmalar
Öncelikle insan davranışlarını yönlendiren güdülere girmeden önce ?insanların değişmez ortak bir doğası var mı?? sorusuna yanıt vermek zorundayız. Eğer insanın doğası toplumdan topluma, kültürden kültüre değişen göreli bir şey ise böyle bir tartışmaya girmenin de bir anlamı olmaz. Bugüne değin yapılan antropolojik ve diğer araştırmalar insan davranışlarının her koşulda belirli ortak özellikler gösterdiğini kanıtlıyor. Ancak iklimsel, coğrafi ve diğer maddi koşulların bu davranışlarda belirli bir çeşitliliğe yol açtığı da gözlemlenmektedir. Binlerce yıllık birikimlerle ortaya çıkan kültürler ise bu çeşitliliği daha da zenginleştirmektedir. Bununla birlikte bu davranış çeşitliliği, insanı güdüleyen gereksinimleri değiştirmemekte, yalnızca aynı güdülerin farklı ortamlarda ve kültürlerde farklı davranışlara yolaçtığını göstermektedir. Sözgelimi bir toplumda bir kişinin kendisini içinde yaşadığı topluma kabul ettirmesinin yolu bireysel başarıdan geçerken bir diğer toplumda yalnızca ortak değerlere uyum sağlamak bu amaç için yeterli olabilir. Ancak her iki durumda da gereksinim aynıdır: içinde yaşadığı toplumun onu bir parçası olarak benimsemesi ve saygı duyması.
İnsanın doğasından ve bu doğadaki güdülerden söz ederken iki eğilim öne çıkmaktadır. Yüzyıllardır ağır basan birinci eğilim, insanın içinde onu kötülüğe yönelten güdülerin baskın olduğunu ve bu güdülerin tanrı korkusuyla ve diğer otoriter yöntemlerle bastırılması gerektiğini savunur. Bu düşünüş tarzı geçen yüzyıldaki kimi laik psikologların içgüdülere dayalı analizlerinde dahi gözlemlenebilir. İkinci eğilim ise hümanist psikoloji olarak da nitelenen tezlerle birlikte geçen yüzyılda düşünsel planda üstünlük kazanmıştır. Bu noktayı Erich Fromm'un konuya yaklaşımını özetleyerek açıklığa kavuşturabiliriz. Fromm, insanda hem olumlu hem olumsuz potansiyellerin olduğundan, ancak uygun koşullar sağlandığında olumlu potansiyellerin öne çıkacağını söylüyor. Nasıl ki toprağa düşen bir kozalak, kendisini gerçekleştirip ağaca dönüşmek için suya, güneşe, minerallere ve uygun bir sıcaklığa gereksinim duyuyorsa, insanın da olumlu potansiyellerini yaşama geçirmesi için gereksinimlerinin karşılanacağı bir toplumsal ortama gereksinimi vardır. Susuz ortamda ya da uygun olmayan bir toprakta yetişen ağaç nasıl hastalıklı oluyorsa, temel gereksinimlerin sağlanamadığı sağlıksız bir toplumsal ortam da sağlıksız insanlar üretir. Ortamın sağlıksızlığından yola çıkarak insanın doğası itibariyle kötü olduğu ya da şiddete yönelik veya baskıcı olduğunu düşünmek sorunun özünü görememektir.
Mutluluk insanın kendi kendisini rahatlatması ya da toplumun kendisinden beklediği her şeyi yapması ile ulaşılabilecek bir şey olsaydı belki de toplumsal gelişme diye bir şey olmazdı.
Mutluluğu tanımlarken açılması gereken bir diğer konu, topluma uyum sağlamak ile mutluluk arasındaki ilişkidir. Sözgelimi, çok popüler olmak mutlu olmayı kendiliğinden sağlar mı? Ya da, bireysel düzeyde nasıl mutlu olunacağını öğreten bir çok kitap var; bunlar gerçekten mutluluğun yolunu açabilir mi? Bu soruya uç bir örnekle, zincire bağlanmış bir kölenin kendi kendisini mutlu olduğuna inandırması ile mutlu olup olamayacağını kendimize sorarak yanıt bulabiliriz. Mutluluk insanın kendi kendisini rahatlatması ya da toplumun kendisinden beklediği her şeyi yapması ile ulaşılabilecek bir şey olsaydı belki de toplumsal gelişme diye bir şey olmazdı. İnsan mutluluğa, gereksinimlerini karşılayarak ve kendisini gerçekleştirerek ulaşır. Bu, kimi zaman toplumun beklediği davranışlarla değil aksine ona seçenekler yaratarak olmak zorundadır. Potansiyellerini gerçekleştirmeye, kendisini aşmaya çalışmayan bir kişinin gerçekten mutlu olduğundan söz etmek biraz zordur.
Günümüzde gereksinimler ve davranışlarımızı yönlendiren güdüler alanında en yaygın kabul gören tezler hümanist psikolog Abraham Maslow'un tezleri olmuştur. 1930'larda geliştirdiği ve 1940'larda yayınlanan bu tezlerde Maslow gereksinimlere doğrusal ve hiyerarşik (sıradüzensel) bir yaklaşım getirmiştir. O dönemde hâkim olan genel teorik yaklaşımlarla uyumlu olan bu tezler günümüzde de benimsenmektedir. Maslow esas olarak belirli gereksinimlerin diğerlerine göre öncelik taşıdığını ve ancak bunlar tatmin edildikten sonra insanın bir üst düzeyde gereksinimlere güdülendiğini saptamış ve bu gereksinimleri hiyerarşik bir şekilde sınıflayarak, fizyolojik gereksinimler, güvenlik, sevgi ve ait olma, özsaygı ve itibar, son olarak da kendini gerçekleştirme gereksinimi olarak sıralamıştır. Her ne kadar bazı durumlarda bu sıralamanın tam olarak gerçekleşmeyeceğini belirtmiş olsa da, bu yaklaşımı iş yaşamına uyarlaması onu tezlerini daha mekanikleştirmeye yöneltmiştir. Hatta gereksinimlere bireysel açıdan bakması ve onların gelişmesini sağlayan toplumsal yapılar açısından bakmaması Maslow'u daha da tutucu olmaya yöneltmiştir.
Bu yazıda Maslow'un özellikle ölümünden önceki son dönemdeki yaklaşımlarının eleştirisine girmeyeceğim. Bunun yerine toplumsal bir bakış açısıyla bugüne değin hep doğrusal olarak görülen gereksinimlerin aslında nasıl iç içe ve birbirleri ile bağlantılı olduğunu üç boyutlu bir modelle açıklamaya çalışacağım. Her ne kadar boyut sayısı daha artırılabilirse de üç boyutun konuyu kavramak açısından yeterli olduğunu düşünüyorum.
Fizyolojik Gereksinimler
Maddi gereksinimler olarak da nitelenebilecek olan bu kategori, hava, su, yiyecek, (ya da yiyeceklerin içerdiği protein, vitamin, mineraller v.s.) ve barınak gibi gereksinimlerdir. Artıkların vücuttan atılması, fiziksel olarak aktif olmak, uyku, dinlenme, fiziksel acıdan kaçınma, seks ve diğer zevkler de bu gereksinimler içindedir. Bunlar arasında hiyerarşik bir ilişkiden söz etmek olasıdır. Sözgelimi karnı aç olan birisi barınacak bir yer kaygısı içine düşmez, çünkü önce açlık sorununu çözmek durumundadır. Susuzluk bundan daha da önemlidir, çünkü açlığa bir kaç hafta dayanılabilir, ama susuzluğa değil. Ancak modern insan açısından baktığımızda bu gereksinimler çok daha karmaşık bir hale gelmiştir. En yoksulu için bile açlık ve susuzluk sorunu olmayan modern insan için bu gereksinimlerin karşılanmasındaki nitelik asıl sorundur. Sözgelimi modern tüketim toplumlarındaki bir çok insan, toplumda statü ölçüsü olan televizyon, video gibi ürünlere para ayırırken yediği yiyeceklerin kalitesinden vazgeçebilmektedir. Sonuçta bu şekilde uzun vadedeki sağlığından vazgeçmekte olduğunun bilincinde de değildir.
Öte yanda bir çok insan ise maddi gereksinimlerini karşılamaktan ötede bunları daha konforlu bir ortamda gerçekleştirmek için günlük yaşamını zorlaştırmaktan kaçınmamaktadır. Bu insanlar daha iyi bir evde yaşamak, daha lüks tatil yapabilmek gibi hedefler için genel olarak yaşam kalitesinin daha düşük olduğu büyük kentlere göç etmekte ve uzun saatler boyunca çalışmayı göze almaktadır. Bu arada işe gitmek için saatlerini trafikte harcamakta, kirli havaya, büyük kent gürültüsüne katlanmaktadırlar. Burada fizyolojik gereksinimler ile diğer tipteki gereksinimler arasındaki karmaşık ilişkiyi görebiliyoruz. Fizyolojik ihtiyaçları gereksinimlerin birinci boyutu olarak ele alırken, bu ilişkileri ileriki bölümlerde açmaya çalışacağım.
Denetim Gereksinimi
Maslow'un teorisinde güvenlik gereksinmesi olarak konulmuş olan bu gereksinmeyi daha geniş bir şekilde ele almak gerektiğine inanıyorum. En basit anlamıyla bile güvenlik gereksinimini fizyolojik gereksinmelerden hiyerarşik olarak ayırmak mümkün değil. Bir geyik bile su içmek için bulduğu bir göle yaklaşırken önce kendisini tehdit eden bir tehlike olup olmadığını kontrol eder. Su gereksinimi ne denli öncelikli olursa olsun onun için yaşamını tehlikeye atmayacaktır. Öte yandan en basit anlamıyla güvenliğini sağlamaya yönelik denetim gereksinmesi, bunun ötesinde istikrarlı bir ortamda yaşamaktan kendi geleceğini belirlemeye yönelik kararlarda etkin olmaya değin çok geniş bir alanı kapsar. Dolayısıyla bu denli geniş bir gereksinim yelpazesini gereksinimlerin ikinci bir boyutu olarak algılamakta yarar görüyorum.
Fizyolojik gereksinimler ile denetim gereksinimi arasındaki ilişkiyi Kuzey Amerikalı yerli şefi Sealş'in ?deredeki son balığın? zehirleneceği güne ilişkin kaygısında görebiliriz. Temel yiyeceği olan balıkların giderek yok olduğunu gören bir yerli, bugün yiyecek sorununun çözülüyor olmasıyla rahatlayamaz. Bu durumun sürekliliğini sağlamak da en az o denli önemlidir. Modern toplumda, fizyolojik gereksinimleri çözüldüğü halde işsiz kalmak, yalnızlık çekmek gibi kaygılarla psikolojik sorunlar içine düşen ve fiziksel sağlığı bozulan bir çok insanın varlığı bu ilişkinin basit bir hiyerarşik ilişki olmadığını açıkça gösteriyor.
Denetim gereksinmesi ilk planda çevrede olup biteni anlama gereksinimi olarak ortaya çıkıyor. Bir bebeğin meraklı gözlerinde okuyabileceğimiz bu güdü, çocuklarda daha belirgin bir hale geliyor. Yetişkin insanlarda ise alınan eğitime göre köreliyor ya da çeşitli alanlara yönlenebiliyor. Ama her zaman gizemli olana, bilinmeyene yönelik bir merak içimizdedir. Bunun arkasında yatan şey, esas olarak yaşamımıza yön veren olguları kavrama ve bunları elimizden geldiğince belirleyebilme güdüsü. Bu şekilde kendimize daha istikrarlı ve güvenli bir gelecek yaratma çabası içine giriyoruz.
Bu düzeyde denetim gereksinimi insanın ruh sağlığı açısından da çok önemli. Çevresinde ne olup bittiğini bir şekilde açıklayamayan insan kendisine yön veremeyip, ruhsal açıdan dengesini yitiriyor. İnsanlar doğada olup biteni açıklayabilecek temel bilgileri birikteremedikleri binlerce yıl boyunca bu gereksinimi doğaüstü güçlere inanarak, kaderci bir bakış açısı geliştirerek karşıladılar. Kendi yaşamını belirleyen doğaüstü bir gücün varlığına inanan insan, karşılaştığı zorluklar karşısında yanlış kararlar alıp yaşamını zorlaştırsa dahi buna bir açıklama bulup vicdanını rahatlatabilir. Çünkü verdiği yanlış kararlar dahi aslında ilahi bir güç tarafından belirlenmiştir ve onun ?kaderi?dir.
Sonuçta bilgiyi ellerindeki gücü korumak için kullanan bir azınlık ve bu bilgiye daha çok manipüle edilmiş bir şekliyle ulaşan çoğunluk toplum içinde iki kutbu oluşturdu.
İnsan, içinde yaşadığı dünyayı daha iyi açıklayabilecek bilgiyi biriktirdikçe akılcı bir şekilde düşünmeye başladı ve doğayla ilişkisini onu daha verimli ve üretken kılarak geliştirmeye çalıştı. Ancak bu arada toplumsal ilişkilerde katmanlaşma ve tahakküm ilişkileri ortaya çıktı. Bu tahakküm ilişkileri bilginin de belirli ellerde yoğunlaşmasına yol açtı. Bilgi, diğer insanlara onları manipüle etmek amacıyla sınırlı şekillerde iletildi. Bu, kimi zaman dinsel, kimi zaman da bilimsel dogmalar şeklinde yapıldı. Sonuçta bilgiyi ellerindeki gücü korumak için kullanan bir azınlık ve bu bilgiye daha çok manipüle edilmiş bir şekliyle ulaşan çoğunluk toplum içinde iki kutbu oluşturdu. Toplumun geleceğini belirleyen kararlar, gücü elinde tutan azınlık tarafından tüm toplum ya da ilahi güç adına verilirken, çoğunluk bu kararlara uymakla yükümlü oldu. Sonuçta da verilen kararlar doğayla insan arasında uyumlu bir ilişki geliştirmekten çok güçlülerin gücünü artırmaya yönelik olmaktadır.
Dolayısıyla içinde yaşadığımız toplumun en önemli çelişkilerinden biri de insanın kendi yaşamını denetleme gereksinmesine karşılık verememesidir. Günümüzde ekonomik olarak güçlü insanlar dahi ekonomik ve politik belirsizlikler içinde ileriyi görmeye çalışırlar. Bunu yapabildikleri ölçüde kendi yaşamlarını belirleyebilirler, ama bu belirsizlikler bazen öyle bir boyuta erişir ki en güçlüler bile güçlerini yitirmekten kendilerini alakoyamazlar. Bu yüzden sürekli gerginlik gibi psikolojik sorunlar üst sınıflar dahil tüm toplumda bu denli yaygınlaşmıştır.
Kendi yaşamını etkileyecek kararların alınmasında etkin olmak bir ihtiyaç olarak belirirken, bunun bir adım ötesinde de insan kendisine nihai bir amaç belirleme gereksinimi duyar. Bu kimi insan için ulaşılması hedeflenen bir toplumsal konum olabileceği gibi, ?tanrıya ulaşmak? ya da ?cennete gitmek? gibi tümüyle dinsel bir hedef de olabilir. Geçmişte dinin önerdiği ahlaki değerler bu nihai amacı belirlemekte çok yaygınken, günümüzde maddi hedefler insanları yönlendirmekte çok daha etkilidir.

Reha Alpay

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...