Bilinçaltında Yirmi Bin Fersah / Psikolojik Sorunlar
Siyahhan, yazıp-çizdiği romanı 'Lale Bahçelerinden Fransız Sokaklarına'da, Avrupadaki yenilikleri keşfetmek için yola çıkan Osmanlı heyetinin yaşadıklarını bilinçaltındaki kahramanlar eşliğinde anlatıyor.
Dünya yüzeyinde Doğu ve Batı kültürlerinin tezat tezahürlerini Türkiye'dekiler kadar içselleştiren bir topluluk daha yoktur sanırım. Buna rağmen iki medeniyetin karşılıklı olarak yarattığı bu baskı ortamından tinsel bir evren yaratmayı başarmış bir münevver topluluğu daima olmuştur memleketimizde. Edebiyat tarihimize şöyle bir bakacak olduğumuzda Halit Ziya'dan Oğuz Atay'a değin süren bu siyasi meseleyi tinselleştirme geleneğinin değişen çağla birlikte bugün nasıl bir gerikalmışlık hissiyatı yarattığını görebiliriz. Türkiye'de yazan-çizen her sanatçının, bu hissiyatın birtakım düşünsel sancılara neden olduğu gerçeğinden hareketle bir arayış içersinde olduğu savı, tıpkı ulaşılmak istenen noktanın güçlü bir basınç oluşturduğu savı kadar doğrudur. Vurgun yeme pahasına bu derinliğe ulaşmaya çalışan bir kitaptan, bir resimli romandan bahsetmek istiyorum burada: Adı Lale Bahçelerinden Fransız Sokaklarına. Göbek adı da esirgenmemiş bu ilginç kitaptan: 'Bir Bilinçaltı Turu'. Yazarı ve çizeri Kemal Siyahhan, kara mizahın dolaylarında dolaşan meşhur dergi Deli'den aşina olduğumuz bir isim. Orada birtakım dünyevi meseleleri kendine has otantik bir dille çizerek anlatıyordu. Deli'nin kapanmasıyla birlikte kabuğuna çekilip bir müddet ortalıklarda görünmedi. 90'lı yılların sonuna doğru LeMan koridorlarında rastladığımızda koltuğunun altında onlarca çizgi hikâye saklıydı. Olabildiğince yoğun yerellikte motifler taşıyan bu hikâyelerdeki çizgi tarzının bu kez daha ilgi çekici bir yanı vardı. Mesela; Harran Ovası'nda geçen bir hikâyesini tipik bir köylü anlatımıyla sürüklerken, olmadık bir yerde gerçeküstü bir ifadeye büründürüyor ve absürd bir bitime doğru ilerletebiliyordu. Ona hemen Öküz Dergisi'nde bir sayfa ayrıldı ve bu 'Deli' işi anlatımın sahibi, avangard muhalifi arkadaşımızın mizah camiasıyla entegrasyonu sağlanmış oldu. Şimdilerde gündelik yaşamın tutarsızlıklarına dair çizdiği anlatıları Hayvan Dergisi'nden izliyoruz. Onun tarihe ve çelebilere meraklı olduğundan bir nebze de olsa haberdardım. Lakin bu merakın düşünsel bir evrim geçirdiğini, ilginç şekilde bir aidiyet hesaplaşmasına dönüşeceğinin işaretlerini bu kitap sayesinde öğrenmiş bulunuyorum. Kitabın ortaya çıkış hikâyesi de en az çizeri ve eseri kadar sıra dışı olmuş: Kendi münevverliği ölçüsünde, Rudyard Kipling'in "Doğu doğudur, Batı da batı; ikisi birbirine asla yaklaşamaz" sözünü mesele bellediği bir dönemin içinde eline bir kitap geçmiş Siyahhan'ın. 18. yüzyılın başlarında Avrupa ülkelerine giden ilk Osmanlı elçisi olarak Fransa anılarını yazan Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Seyahatnamesi'dir bu kitap. Birçoğumuzun lise kitaplarından hatırladığı bu tarihi kişiliğin bugün bazı çok satışlı gazetelerin tarihi konulara ayrılmış sayfalarında zaman zaman konu edildiğini biliyoruz... Hatta Oğuz Atay bile günlüğünün bir yerinde onu anarak çevresindeki insanlardan yana, "çağında yaşamayan ve tutarsızlıkları aynı anda hisseden insanımız Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Fransa'daki tiyatroya şaşırması gibi şaşırtıcılık taşıyor" der yakınarak.
1720'ye dönelim
Kemal Siyahhan'da benzeri bir duygulanım içerisinde ve bir çırpıda okumuş bu seyahatnameyi. Kemal'e bu resimli roman kitabını esinleyen ise Yirmisekiz Mehmet Çelebi'den ziyade oğlu Sait Efendi olmuş. Seyahatnamede adeta alt-kahraman rolüne bürünerek, Batı'da gördüğü yenilikleri babasına nazaran daha nesnel ve sakin tavırla karşılayan, Batı'yı sezerek Doğu'yu yaşayan; ikisini de bütün derinliğiyle içinde hisseden bir 'zat'ı şahane' olmuş Kemal Siyahhan için. Yoğun özdeşlik hissettiği bu alt-kahraman üzerinden bilinçaltını gözler önüne serecek bir resimli roman yapmak üzere masa başına oturduğunda 11 Eylül'deki meşum olayın dumanı henüz üzerindedir ve Avrupa'ya mülteci taşıyan batık kaçak gemilerine dair haberler yeni yeni yer bulmaya başlamıştır bültenlerde.
Geçen günlerde Fransa'yı sallayan göçmenler ise henüz fırtına öncesi sessizliği yaşamaktadır. Siyahhan'ın romanı, finalde iç içe geçireceği iki boyutlu bir anlatımla başlıyor. Başlangıç karesi 1720 senesinin 7 Ekim'ini, yani; Osmanlı heyetinin Avrupadaki yenilikleri keşfetmek üzere bir gemiyle yola koyulduğu ve Fransa'ya varır varmaz kötü bir sürprizle karşılandığı günü anlatıyor. Fransa'nın Güney şehirlerini o sırada veba salgını kırmaktadır. Fransızlar konuklarını hemen koruma altına alır. Onları hastalıktan mustarip şehirlere sokmadan Kuzeye doğru götürürlerken hiç beklenmedik anda araya giren bir kareyle anlatım ikinci boyuta kayarak bizi bir gözetleme evine götürüyor. Bilinçaltını ironiyle bir gözetleme evi hâline sokmuş ve içine rüyalarından seçme tiplemeler doldurmuş Kemal Siyahhan. Kimler yok ki; gündelikçi kadınlardan tutun E.T.'ye benzeyen uzaylı yaratıklara kadar bir sürü karakter var burada. Aralarında çizerin alter-ego'su olduğunu düşündüğümüz bir tip ve yanı sıra Doğulu ve Batılı iki tipleme hemen dikkat çekiyor. Hepsi yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, TV ekranından film izler gibi Osmanlının Fransa seyahatini takip ediyor.
Kemal Siyahhan bu gözetleme evini sıklıkla aralara sokuşturduğu için eserinde bir nevi yabancılaştırma unsuru sağlamış. Anlatının başlarında Fransa'daki Afrikalı göçmenlerin bugünkü durumuna gönderme yapan etkileyici bir sahneyle karşılaşırız: Çelebi ve oğlu Sait Efendi bir faytona binmiş kraliyet beyzadesiyle beraber Bordeaux'ya gitmektedir. Yirmisekiz Mehmet Çelebi yolda esir tüccarlarının eline düşmüş Afrikalı bir köleyle karşılaşır. Gözüyaşlı köle o sırada dönüp yoldan geçenlere bakar ve Çelebi'yle göz göze gelir. Osmanlı heyeti kölenin durumundan elem duyduğunu gizleyemeyince faytondaki dük bir açıklama yapmak zorunluluğu hisseder ve köleyi göstererek, "Afrikalı savaşçı kabilelerden hayatta kalmayı başarmış bir delikanlı" der. "Bu savaşçılar esir tüccarlarının oyunuyla anında birer köle konumuna düşürülüp sonra da gemilerle Avrupaya getiriliyor." O ana kadarki her şeyden memnuniyet duyan Osmanlı heyetinde bir gerginlik olmuştur. Esir tüccarlarına iştirak eden Fransa Krallığı'nın beyzadesine tuhaf bir şekilde bakarlar. Osmanlı heyetinin o anda yüzünde beliren ifadeyi kitabına yaymaya çalışmış Siyahhan. Avrupa 18. yüzyıl başında kadın meselesi, tıbbiye, teknik, güzel sanatlar, din gibi konularda ne kadar atılım yapmış olursa olsun sonuçta her şey gelip bu köle meselesine takılıp kalacaktır artık. Buraya kadar hâkim olan gerçeklik boyutundan romanın ikinci yarısında kurtuluruz: Osmanlı heyeti böylece ilk Avrupa seyahatini bitirmiş, gemiyle memlekete dönerken aniden çıkan bir fırtınayla her şey altüst olur. Fırtına o denli güçlüdür ki, gemiyi suların dibine yollamakla kalmamış, gözetleme evini de yerle bir etmiştir. Artık kucağındaki taşları yavaşça atmayı bırakıp eteğini boşluğa salan ve onların savruluşunu seyreden bir anlatıcıyla karşı karşıyayız: Siyahhan eserinin ikinci kısmında anlatımını iyice kişiselleştirerek işe kuvvet katan hezeyan kısmını başlatıyor. Özbenliğiyle birlikte bilincinin Doğulu ve Batılı yanlarına birer vücut kazandırıyor ve onlara kazazede süsü verdikten sonra bu üçlüyü ontolojik bir muhasebenin içine sürüklüyor.
Yine de Kemal Siyahhan'ın olağanüstü bir sabır ve özenle resimlediği romanını dört senede hazırladığını düşünecek olursak, bu zaman zarfında cereyan eden olayları nasıl bir bilinçaltı süzgecinden geçirdiğini ve izdüşümlerini aktarma çabasını birdenbire sezebilmek pek kolay olmuyor, sonuçta o malum tortu kalıyor geriye... Kitabın en içtenlikli ve sıra dışı yanı da bu zaten: "Herhangi bir yeni düşüncenin üzerine ciltler dolusu kitaplar yazsanız ve yıllar boyu bunu durmadan insanlara açıklasanız, yine de kafatasınızdan çıkmak istemeyen ve sonsuza dek sizinle kalacak olan bir yanı kalıyor bu düşüncenin; böylece düşüncenizin belki de en can alıcı yanını kimselere aktaramadan ölüp gidiyorsunuz."
ENDER ÖZKAHRAMAN
Kaynak:radial.com.tr
Okunma Sayısı: 0 / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?