Kendi kusurlarını affetmeyen adamın bütün kusurları affedilebilir.
Ara

Asabiyet ve Ahlak Arasındaki İlişki Kontekstinde Türk Toplumuna Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi / Psikolojik Sorunlar

Asabiyet ve Ahlak Arasındaki İlişki Kontekstinde Türk Toplumuna Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi

Giriş ve Temel Sorunsal
Türk toplumu, bugün varlığını tehdit edecek boyutta derin krizlerle yüz yüzedir. Bütün milletler/toplumlar1 onların varlık alanı sayılan tarih içindeki yürüyüşlerinde zaman zaman önemli sorunlarla karşılaşabilirler; bu doğaldır. Hatta ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee'den öğrendiğimize göre, toplumlar karşılaştıkları sorunların üstesinden geldiklerinde, bu onları daha donanımlı hale getirmekte; potansiyellerinin aktüelleşmesini sağlamakta ve özgüvenlerini perçinlemektedir.
Toplum olmanın esprisi de zaten burada, yani sorunları çözebilme yeteneğinde saklıdır; ister "sözleşme", isterse "anlaşma" esasına dayalı olsun, tanımına uygun her toplumun temelinde beşeri ihtiyaçların giderilmesi/sorunların halledilmesi ve insan potansiyelinin gerçekleşmesine yönelik uygun iklimin tesisi yatmaktadır. Bu potansiyel, kendini şahsiyet,2 kültür ve medeniyet şeklinde ifade etmektedir. Eski çağ düşünürlerinden günümüze kadar kabuledilegelen "insan sosyal bir varlıktır" sözü bu gerçeğin altını çizmekte; toplum olmadan insanın yaşamayacağı tezini yalın bir biçimde dile getirmektedir.
Sosyal bilimlerin önemli öncülerinden biri olan ve özellikle de politik sosyolojinin kurucusu sıfatıyla tanınan İbn Haldun'un izinden giderek insanı "öz" olarak aldığımızda toplum onun "madde"si; "madde" olarak düşündüğümüzde ise toplum onun "formu"dur. (Mahdi, 1968; 56) Nasıl ki, filozoflara göre maddesiz bir öz ya da formsuz bir madde düşünülemez ise toplumsuz birey de 'tasavvur' edilemez.3 (Arslan 1987; 108) Madde ve formun en tanımlayıcı fonksiyonları ise özü korumak; onu birlik/bütünlük içinde tutmak, gelişmesini ve kendini "ifade" etmesini sağlayacak 'manevi ekolojiyi' oluşturmaktır. Bu hayati fonksiyonlar yerine getirilemediğinde krizler patlak vermekte; toplum bir kaosun (anomi) içine doğru sürüklenirken, bireyler güvenlik ve geçim gibi en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda bile çaresizlik yaşayabilmektedirler.
Beşeri potansiyelin/öz aktüelleşemediği ya da bu potansiyele insanların yabancılaştıkları durumlarda ise söz konusu potansiyelin ortaya çıkma imkanının büsbütün kaybolması gibi bir trajedi/felaket,4 yani bir çeşit "intihar" da söz konusu olabilmektedir. Böylesi durumlarda bireysel düzeyde mutsuzluk, özgüven eksikliği, bıkkınlık, heyecansızlık, coşkusuzluk ve bilumum yabancılaşma gibi 'şahsiyet' olamama problemleri gözlemlenirken, toplumsal bazda kitleselleşme, kimliksizleşme ve anomi kendini göstermektedir. Esasen toplumun çözülme sürecine girdiği, toplum bilincinin zayıfladığı, anlam haritaları olan değerlerin tahrip edildiği bir vasatta krizlerin patlak vermesi kaçınılmazdır. İşte Türk toplumunun bugün içine düştüğü durum bundan farklı değildir.
İbn Haldun'un diliyle söyleyecek olursak, toplumların sorunlarla karşılaşması toplumsal tabiatın gereğidir ve karşılaştıkları sorunları çözebildikleri ölçüde toplumlar daha donanımlı hale gelmektedirler. Kültür ve medeniyet; ünlü filozofun ifadesiyle 'ümran', sorunlarını çözmek, ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplum üyelerinin elbirliğiyle giriştikleri çabaların yekununun bir ifadesinden başka bir şey değildir. Ama, eğer toplumlar sorunlarını çözemiyor, iç regülasyonlarını sağlayamıyorlar ise, daha açık bir ifadeyle krize düşmüşlerse, kültür ve medeniyet üreten öz, felakete açık hale gelmiş demektir.
Toplumsal sorunlar, bu çerçevede değerlendirildiğinde, toplumun ontolojisi açısından 'türedi' unsurlar değildir, ancak çözülemeyen ve krize teşnelik eden her sorun doğal olmayan, yani türedi bir duruma işaret etmektedir; böylesi bir hal toplumun formluk işlevini yerine getiremediğinin, onun 'zati'/özsel niteliğini yitirdiğinin açık göstergesi şeklinde yorumlanmalıdır. Dolayısıyla Ahmet Akbar'ın da büyük bir yetkinlikle bir makalesinde vurguladığı (2002; 25) gibi 'zan'nedildiğinin aksine toplumlar felakete uğradıkları için değil, aslında sorunları çözecek irade geliştiremediklerinden travmatik deneyimler yaşar; bazen tarihsel öneme sahip aktör olmaktan tamamen uzaklaşır ve bazen de "öz"lerini tüketerek bir anlamda yok olurlar.5
Eğer bir toplum felaket girdabına doğru sürükleniyorsa bu gidişi önce durdurmak ve daha sonra da tersine çevirmek üzere çözüm yolları aramak toplumun varlığı açısından son derece önemlidir. Bu çerçevede yapılması gereken ilk iş topluma trajedi yaşatan, onu krizlerin girdabına sürükleyen gücü iyi tespit etmek, hastalık üreten "doğa"ya nüfuz etmektir. İşte bu çalışma söz konusu krizlerin neden(ler)ine nüfuz etmek üzere yapılan araştırmaların ve zihinsel ameliyelerin bir ürünü olarak kaleme alınmaktadır.
Toplum; insanların gelişigüzel değil, 'amaçlı' ve 'nitelikli' birlikteliğini ifade ettiğine göre, bu nitelikli birlikteliği zaafa uğratan unsurların tespiti sorunsalımızı çözme konusunda önemli bir kalkış noktası oluşturabilir. Nitekim, insanları bir arada tutan tutkal ve onları birbirlerine bağlayan bağlar zayıflayıp; nitelikli birliğin unsurları yok olmaya yüz tuttuğunda toplumun, sorunları çözmesi şöyle dursun onlara kaynaklık etmek ya da varolanları derinleştirmek gibi trajikomik duruma düşmesi bile mümkündür.
O halde, son tahlilde, sorun tutkalın zayıflama sorunudur. Ancak burada "tutkal" meteforuyla tam olarak neyin kast edildiğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. "Tutkal", toplumun kurucu öğesi ve her türlü üretici eylemin hem motifi hem de güç kaynağı olan 'asabiyet'tir. Böylesi bir tespit ve tanımlamayı yaptıktan sonra diyebiliriz ki, 'Türkiye'de bugün gerek ekonomik, gerek sosyal ve gerekse kültürel düzeyde yaşanan krizlerin arkasında asabiyet zafiyeti yatmaktadır.'
Krizlerin doğasına nüfuz ve onların gerçek nedenlerini tespit yolunda asabiyet zaafiyetine ulaşmak elbette ki önemli bir adımdır; ancak bu noktada atılması gereken çok daha önemli bir adım var, o da; bu zafiyeti doğuran nedenlere inmek.
'Sebep-sonuç' ilişkisinin geçerli olduğu bir durumda "sonuç"taki arızaları, "sebep"te aramak ve onlara bağlı olarak açıklamak bu tür ilişkinin bir gereğidir. İmdi, asabiyet "sebep", toplum "sonuç" olduğuna göre, toplumun asli işlev(ler)ini; yani formluk görevini yerine getiremeyişini asabiyetteki zafiyete bağlamak ve onunla açıklamak pekala mümkün ve hatta zorunludur.
Bu zafiyete yol açan nedenleri tespit konusunda müracaat edilecek birincil derecede önemli referans hiç kuşkusuz İbn Haldun'dur. İbn Haldun, sadece tarihin itici gücünü ve ümranın gelişimini sağlayan 'manevi ekolojiyi' keşif yolunda önemli mesafeler kat etmekle kalmamış, aynı zamanda bu güç ve ekolojiyi zayıflatıp bozan objektif nedenlere ilişkin de önemli tespitlerde bulunmuştur.
İbn Haldun'u çalışmamız açısından önemli kılan diğer bir nedense onun, toplumları analiz etmek üzere eski çağ düşünürlerinin özellikle de Aristo'nun epistemolojik yaklaşımından etkilenerek geliştirdiği metodolojidir. İbn Haldun, toplumsal olayların bir vakumda cereyan etmediği düşüncesinden hareketle, toplumların da -her ne kadar hiç bir şekilde müdahale kabul etmemekle birlikte- aslında fizik dünyasına benzer bir şekilde kendine özgü tabiatının bulunduğunu ve toplumlarda cereyan eden her olayın bu tabiatın gereği olan objektif neden ya da nedenlerle açıklanabileceğini ileri sürmüştür. Ona göre toplumsal olaylar "suret"/form konumundayken bu olayların nedenleri "siret"tir, özdür. (Al-Azmeh,1981; 53-56)
İşte ümran ilmi olaylardan onların nedenlerine; suretten sirete ve maddeden öze geçişin bir köprüsüdür. Ünlü filozofa göre (1990, C:I; 12) ancak bu köprü kurulduğunda, bir başka ifadeyle toplumların doğasına nüfuz edildiğinde, onun özü kavrandığında zaman ve mekandan bağımsız bir ilmi inşa etmek ve böylelikle toplumsal olayların iç yüzünü ibra etmek mümkündür.
Gerçektende İbn Haldun farklı toplumlarda cereyan eden olayları bir takım zihinsel ameliyelerden geçirerek onların ortak yanlarına ulaşmış, böylelikle özleri keşfetmiştir. Bu özlerden hareketle de evrensel nitelik taşıyabilecek bir (b)ilmi, yani ümran ilmini6 şekillendirmiştir. Bu nedenle İbn Haldun'un metodu günümüz Türk toplumunu analiz konusunda oldukça elverişlidir.
Ümran ilmine göre, tarihin itici gücü ve bütün gelişmelerin gerçek nedeni asabiyettir. Asabiyeti zayıflatan unsurlar ise egemen gücün yozlaşması ve ahlak buhranıdır. (İbn Haldun, C: I; 1990; 341) Egemen gücün yozlaşmasıyla, asabiyet arasındaki ilişkiyi bir başka çalışmamda incelediğimden burada ona sadece değinmekle yetinip, ahlakla asabiyet arasındaki ilişkiyi mercek altına alacağım. Bunu yap-tıktan sonra Türk toplumundaki ahlak buhranını, onun göstergelerini ve bu durumun toplumu nasıl krizlere sürüklediğini irdeleyeceğim.
Bu çalışmanın sorunsalının şekillendirilmesinde olduğu gibi sorunsalın çözümlenmesinde de metot olarak Ümran ilmi kullanılacaktır.

Ahmet Nuri
Yrd. Doç Dr., Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...