Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.
Ara

Psikanalizde Dikey Yarık / Psikolojik Sorunlar

Psikanalizde Dikey Yarık

Kendilik psikolojisini ve psikanalizi anlamada en önemli kavram bence aktarım kavramıdır; onun için aktarım kavramının çok net bir tanımıyla başlayacağız. Bundan sonrasında da kendilik psikolojisi buna ne gibi bir değişiklik getirmiş, onu göreceğiz. (Tahtaya Çizerek) Bu Freud'un tipik aktarım kavramlaştırması, burada da gördüğümüz çizgi bastırma çizgisi, anılar, fanteziler, güçlü bir şekilde bunun altında bastırılmış olarak tutuluyor. Aşağısı bilinçdışı, ortası bilinçöncesi ve yukarısı da bilincin gözü. Aktarım, bilinçdışından birşeylerin, bariyerin ötesine kayarak, kendisini bilinç öncesinde ya da bilinç düzeyinde göstermesiyle ortaya çıkar. Bu patlamaların, yani bilinçdışı materyalin yukarı doğru patlamasının evrensel olduğuna inanıyoruz. Benim şu anda sevgili çevirmenimiz Nafi'ye bir aktarımım var, Nafi'nin de bana bir aktarımı var. Hepinizin de bana bir aktarımı var ve benim de size bir aktarımım var. Yani bilinçdışından bir materyalin bariyeri atlatıp bilince kaçmasını engellemenin bir yolu yok, bundan kaçış yok, onun için Freud ve diğer bütün klasik analistler için bu bir şekilde bir kirlenme. Kohut'a kadar bütün klasikçilerde bu bilinçdışından yukarı kayan şey, ilişkilerdi. Bu ilişkiler ailedeki önemli figürlerleydi, yani anne baba gibi nesnelerle olan ilişkilerdi. Nafi'nin bana şimdi belki bir baba gibi belki bir amca gibi belki bir oğul gibi bir aktarımı var. Benim ona aktarımım da benim büyük abim gibi. Bunların hepsi bilinçdışındaki bu ilişkilerin, bilinç düzeyine çıkarak bulaşması, bir kirlenme yaratması, çünkü bunlar araya karıştıkça ben Nafi'yi gerçekten kim olduğu şeklinde göremiyorum. Bütün aktarımların çözümlenmesine ve yorumlanmasına çalışıyorlardı, çünkü çalışmanın yoluna çıkan engellerdi bunlar. O nedenle hepsi yorumlanmalıydı. Zaman içinde analistler pozitif ve negatif aktarım olduğunu fark ettiler. Bir çok analist sadece negatif aktarımın yorumlanmasını savundu, pozitif aktarıma dokunulmaması gerektiğini düşündüler. Dün dinlediğim konferansta aktarımdan bahsedilirken, her zaman pozitif aktarımın kullanılmasından,ondan faydalanılmasından bahsedildi. Halbuki birçok analistin savunduğu şey, yorumlanması gereken en önemli aktarımın negatif aktarım olduğu. Negatif aktarım da, düşmanca duygular, öfke ve bilinçdışından çıkarak, çalışmayı engelleyecek her türlü duygu.
Kohut'un getirdiği yenilik, farklı türden aktarımlar olduğunu bulmasıydı, yani anne baba aktarımları, kardeş aktarımları olabileceğinden bahsediyordu ve yeni olarak ortaya koyduğu şey de nesne aktarımları dışında bir de kendiliknesnesi aktarımları olduğuydu. Kohut'a kadar da bu tür aktarımların olduğu biliniyordu. Bunlara narsistik aktarımlar deniyordu, ama bunların sadece çocuksu kişiliğe sahip insanlarda, kendisiyle çok uğraşan, kendisine dönük insanlarda ortaya çıktığı düşünülüyordu. Kohut ilk defa olarak kendiliknesnesi aktarımlarından olumlu bir aktarım türü, pozitif bir aktarım türü olarak bahsetti. Bu türler de aynalama, idealizasyon ve ikizlik aktarımıydı Bunların her birinden bahsedeceğim. Bu aktarımların da mekanizması, analizin daha önceden bahsetmekte olduğu aktarımlarla aynıydı. Yani, bilinçdışında bir dürtü, bilinç bariyerini aşıp, bilinç düzeyinde birisine yöneliyordu. Ancak bunun farkı, bir kardeş, baba, oğul gibi bir aktarım olmaması, farklı türden bir aktarım olmasıydı. Mesela burada oturan kişiye benim bir aktarımım var. Çünkü ben konuşurken başını sallıyor. Ben konuşurken başını sallayınca beni aynalamış oluyor. Burada soracağımız soru, benim kendimle ilgili hangi meselemle başa çıkmamda bana yardımcı olduğudur. Mesela Kohut kendini önemli hissetme ihtiyacından bahsetmişti. Ve bu ihtiyacımı karşılıyorsa eğer, benimle ilgili bir şeye yardım ediyordur. Benimle ilgili bir şey yaptığı için bir kendiliknesnesi aktarımıdır. Böylece mesela megalomani diyebileceğimiz, grandiyotizeyle ilgili bilinçdışı ihtiyacı bir karşılıyor, benim teşhirci yanımı regüle etmeme yardımcı oluyor. Bu regülasyon işlevine de kendine güven regülasyonu diyebiliriz. Nafi'nin bana farklı türden bir aktarımı olduğunu umuyorum. Belki beni yukarıda bir yerlerde görüyor, belki kendine örnek alıyor. Yani idealize ediyor ve hayranlıkla bakıyor. Buna da idealizasyon diyoruz. Üçüncü tür aktarım aynalama aktarımının bir türü olarak düşünülebilir. Bu da ikizlik aktarımı. Burada Nafi'yle ben birbirimize benzediğimizi, aynı insan gibi olduğumuzu düşünüyoruz. Farklı kişiler olduğumuzun da farkındayız; ikizlik gibi. Kohut narsizm üzerine çalışmaya başladığında, kendilik değeri regülasyonuna ihtiyacı olan insanlardan yola çıkmıştı. Mesela benim aynalanmaya duyduğum ihtiyaç, Nafi'nin idealizasyona duyduğu ihtiyaç gibi. Aslında herkesin kendilik değeri regülasyonuyla ilgili ihtiyaçları vardır. Ama onun üzerinde durduğu vakalar bu ihtiyacın daha aşırı boyutta olduğu durumlardır. Bu kişilerin kendisine gösterdiği, Kohut'a gösterdiği aktarım bir nesne ilişkisi aktarımı değildi. Kohut'tan istedikleri kendilik değeri regülasyonlarında, kendilerine yardımcı olmasıydı. Bunlar çok yaralı ve kırılgan kişilerdi ve Kohut'u kendilerinin bir parçası olarak kullanmak istiyorlardı.
Bu yukarıdaki resim klasik psikanalizin bakış açısı. Egonun dünyasının içinde kendilik var ve ayrı ayrı nesneler var, kendilik bu nesnelerle ilişki kuruyor. Halbuki aşağıdaki resimde, kendilik var ve kendiliknesneleri var. Bu kendilik nesneleri kendiliğin regülasyonuna yardımcı olan nesneler ve bir anlamda onu oluşturan parçalar. Klasik modelde kendilikle nesnesi arasında, kendiliği nesneye yönelten dürtü var. Bu dürtüler cinsel ve saldırgan dürtüler. Bu dürtüler bastırılmış halde, onun için de yorumlanmaları, bilinçdışı durumdan bilinçli duruma getirilmeleri gerekiyor. Kendilik psikolojisinde yaptığımız farklı bir şey, kendiliknesnesinin kendiliği regüle etmekteki işleviyle ilgili yorum yapıyoruz burada. Yani her zaman için bilinçdışını bilince çıkarmış olmuyoruz. Bu yaptığımız işe de, Kohut'un terminolojisiyle psişik yapı oluşturmak denebilir. Klasik modelde bilinçdışından bilince doğru sızan, izinsiz bir şekilde kaçan aktarımı yorumluyoruz, böylece de bilinçdışını bilinçli hale getirmiş oluyoruz. Kendilik psikolojisi modelindeyse, kendiliknesnesinin gördüğü işlevle ilgili yorum yapılıyor. Ve böylece kendilik artık o nesneye ihtiyaç duymaz hale geliyor. O nedenle de psişik yapı kazandırmak diyoruz buna. Mesela ben konuşurken siz kafanızı salladığınız zaman, beni onaylamış oluyorsunuz, benim için o işlevi görüyorsunuz. Ama bu yorumlandıktan sonra, benim artık buna ihtiyacım kalmıyor. Hasta analistin ofisine her zaman bir taleple gelir. Lütfen benim. . . . . . m olur musun ? Kohut hastalarının kendisine verdiği önemi düşündüğü zaman farketmiş ki, ondan nesne olarak değil, kendiliknesnesi olarak bir şey yapmasını istiyorlar. Yani benim kendilik değerimi, narsizmimi regüle etmeme yardımcı olur musun, diyorlar. Bunların çok temel olduğunu biliyorum ama bunları bildiğinizden emin olmak istiyorum, çünkü işler birazdan çok karışacak.
Kohut, kendiliğin gelişimiyle ilgili farklı bir çizgi çizdi. Nesne ilişkisi gelişiminden farklı olarak, bu gelişimin kritik noktasında entegre olmuş, bütünleşmiş bir kendiliğin oluşması vardı. Yukarıdaki modelde, çocuk gelişimi sırasında bir noktaya geliyor ve o noktada artık kendisini bir bütün olarak, bir kişi olarak hissetmeye başlıyor. Bu da iki yaş civarında, oedipal öncesi dönemde oluyor. Nesne ilişkileri gelişiminde oedipal dönem kritik nokta. Halbuki burada, çocuk bütünsel bir kendilik yarattığı anda kendiliknesneleriyle beraber bütünlük içinde varolabiliyor. Bu normal gelişim çizgisi. Onun üzerine bir patoloji çizgisi koyarsak, burada patolojiyle ilgili kritik nokta, bütünsel bir kendiliğin oluştuğu nokta. Eğer bunun öncesiyle ilgili bir problem varsa, burada borderline, şizofrenik kişilik bozuklukları karşımıza çıkıyor. Bütün bozukluklarda sorun her zaman kendiliğin dağılması, parçalanması, bunu önlemek, bütünlüğü sürdürmek.
Klasik psikanalizde çok değişik patoloji türleri var. Ancak kendilik psikolojisinde tek türden bir patoloji var, bu da bu kritik noktayla, kendilik bütünlüğüyle ilgili. Patolojiyle ilgili tek soru, kendilik birarada durabiliyor mu, yoksa dağılıyor mu. Tek bakılan bu. Kendilik dağılmaya başlayınca, ilk önce hipokondriler, ondan sonra davranış bozuklukları ortaya çıkıyor. Ve dağıldıkça, her zaman bir takım tutunma noktaları var. Onlar dağıldıkça bir alt seviyeye iniliyor. Kendilik bütünlüğü sağlanmışşa eğer, bundan ileriki noktalardaki patolojilerde, kendiliğin nasıl dağıldığına değil, kendiliğin kendiliknesnelerinin işlevleriyle, kendini nasıl birarada tutabildiğine bakıyoruz. Narsistik bir kişiden bahsettiğimiz zaman bu kişinin, kendilik nesnelerini kullanarak, kendiliği nasıl birarada tuttuğundan bahsediyoruz. Mesela bir kişi teşhirci olabilir. Kendini birarada tutmak için, çeşitli gruplara giriyor çıkıyor olabilir. Biz bunlara narsistik kişilik bozukluğu diyoruz. Çünkü biz bunlardan pek hoşlanmıyoruz. Öbür taraftan da çocuksu, ilkel kendiliknesnesi olan kişilere baktığımızda da, onların immatür kendiliknesnesi ilişkileri olduğunu söylüyoruz. Çünkü onlar talepkâr, bazen kızgın ve rahatsız edici olabiliyorlar. Bir başka türevi de narsistik davranış bozukluğu. Bunlar da mesela kendi kişiliğini göstermek için, bir şey yapmıyor, birşeyler talep etmiyor, onun yerine birtakım aksiyonlara girişiyor, birtakım eylemlerde bulunuyor. Bunlara da patolojik diyoruz, çünkü bu yaptıkları şeylere toplumun bakışı, etrafındakilerin bakışı bunu patolojik göstermektedir. Ben şimdi bir grubun karşısına geçip, birşeyler anlattığım zaman, teşhirciliğimi daha sağlıklı bir yöne kanalize etmiş oluyorum. Bu sizin tarafınızdan sağlıklı görünüyor. Ama gidip küçük çocuklara cinsel organımı göstersem, bu sağlıksız bir teşhircilik oluyor. Çünkü bir tanesi olgun bir teşhircilik kabul ediliyor, diğeri ifade etmenin olgun olmayan bir yolu olarak görülüyor. Mesela Nafi de bir külte katılsa ve orada bir guruya tapıyor olsa, biz bunu da olgun olmayan bir yol olarak göreceğiz. Ama gelip bir gruba katılıp bir ders dinlediği zaman, bunu olgun bir idealizasyon olarak değerlendireceğiz. Yani bunların hepsi aslında biraz da kişisel değerlendirmeye, olgun olup olmadığıyla ilgili verilen karara bağlı.
Şimdi biraz farklı bir şeyden bahsedeceğim. Yavuz'un bahsetmemi istediği konuya geleceğim. Ve ondan sonra bunların hepsi biraraya gelecek. Şimdi Kohut'un eşduyum kavramından bahsedeceğiz. Eşduyum sadece ve sadece veri toplamak içindir. Bütün psikanalizin veri toplama yöntemidir. Mesela ben size bakıp saçınız kırmızı dersem bu eşduyum değildir. Bu gözlemlenebilir bir şeydir. Ama eğer beni dinlediğinizi görürsem bu eşduyumdur. Çünkü kendimi sizin yerinize koyup, sizin gözünüzden bakıp bir yargıya varmışımdır. Psikanalizin bütün veri toplaması da bu şekilde olur, ki bu da geçici bir özdeşleşmedir. Kendiliknesnesi ilişkisi işlevle, yani kendilik için nesnenin gördüğü işlevle kurulan bir ilişkidir. Onun için de eşduyumsal bir ilişkidir. Onun benim için bir işlevi nasıl yerine yerine getirdiğiyle ilgilenirim. Bu işlevinin dışında onun kendisiyle ilgilenmem. Başka neler yapar, neler düşünür, beni ilgilendirmez. Eğer ben karşımdaki kişiyi nasıl kendiliknesnesi olarak kullandığıma bakmaya başlarsam, o andan itibaren bir eşduyumsal ilişki kurmuş oluyorum. Ama kendilik psikolojisinde, psikolog olarak yapmaya çalıştığımız şey bundan ibaret değil. Burada yapmaya çalıştığımız şey daha az bencil olup, karşımızdaki kendiliknesnemiz olan kişinin ihtiyacını da görmek, bizim onun için ne tür işlevleri yerine getirdiğimizi anlamaya çalışmak. Bunu yapabilmek için de daha az bencil olmak, onun açısından bakmak gerekiyor. Yani sadece şunu düşünmemeliyim: Ben konuşurken o başını sallıyor, ben kendimi iyi hissediyorum ve bu bana iyi geliyor. Onun gözünden bakmaya çalışıp, belki içinden ?Allah kahretsin, keşke buraya oturmasaydım, artık benden konuşmaktan vazgeçse, yeter artık?, dediğini düşünmeliyim. Eşduyum iki yönlü bir yol. Yani önce ben kendim karşımdakini nasıl nesne olarak, kendiliknesnesi olarak kullandığıma bakmalıyım. Kafasını sallıyor, bana iyi geliyor. Ama ondan sonra, onun bakış açısından bakabilmeliyim. Bundan bıktım usandım dediğini görebilmeliyim. Eşduyum orada devreye giriyor. Kohut'un farkettiği şey de, narsistik patolojisi olan insanların sadece kendilerinden doğru bakabildikleri ve kendi merkezlerinden uzaklaşıp, karşıdakilerin ne hissediyor olduğunu görememeleridir.
Kohut ilk defa kendilik psikolojisiyle ilgili karşıaktarımdan bahsetti. Aktarımda hatırlayacaksınız, bilinçdışından çıkan bir şeyin dış dünyada bir nesneyle kurduğu ilişkiden bahsetmiştik. Karşıaktarımdan bahsettiğimiz zaman, bu nesnenin bu aktarıma uğramakla ilgili tepkisinden bahsediyoruz. Mesela Nafi beni idealize edip bana baktığı zaman, benim de buna karşılık hissettiğim bir şey var. Narsistik kişilik bozukluklarında aktarımı anlamak nispeten kolay, çünkü neredeyse açıkça dile gelen bir talep var. Ama narsistik davranış bozukluklarında durum farklı: Yine belirli bir aktarım var, ama dile gelmeyen, söylenmeyen, dolayısıyla tedavinin dışında kalan bir şey var. Yani söylenen değil, yapılan davranış her zaman odakta. Bunun da farklı çeşitleri var. Bazı hastalar dışarıda birşeyler yapıyorlar ve analizde bundan bahsetmiyorlar; bazı başkaları dışarıda birşeyler yapıyorlar ve bundan bahsediyorlar, yaptıklarını anlatıyorlar; bazıları da analizde yapıyorlar. Diyelim hırsızlık yapan bir hasta var, küçük şeyler ya da büyük şeyler çalıyor. Birinci türden hasta dışarıda hırsızlık yapar ve bundan size bahsetmez. İkinci türden hasta hırsızlık yapar ve yaptığı hırsızlıkları analizde anlatır. Üçüncü tür hasta sizden çalar.
Şimdi diyelim hırsız bir hastamız var, bu erkek bir hasta olsun. Bu hastamız kendilik değeri regülasyonu için, kendini bütün tutmak için, kendiliğin dağıldığı noktaya gerilememek için ve dağılmamak için çalıyor. Çalmak onun için bir anlamda kendini tamir etmek ve onun için de narsistik bozukluktan bahsediyoruz. Çaldığı sürece kendisini bütün hissediyor ve tedaviye geliyor, terapistine dağılmaktan korktuğunu ve kendini bütün hissetmek için çaldığını anlatıyor. Ve diyelim ki bu hasta geldiğinde analistine diyor ki, ?ben seninle görüşmediğim zaman kendilik değeri regülasyonumu çalarak yapıyorum, ancak böyle kendimi birarada tutuyorum?. Aynı narsistik bozukluktan bahsediyoruz. Bir şekilde çaldığı zaman olanla, analize geldiği zaman olan arasında yaptığı şey. Hiç söylemeyen, söyleyen, ya da analistten çalan arasındaki fark, aslında analistin bu materyali tedavinin içine çekebilme becerisiyle ilgili; bunun tedavinin içine çekilebilmesi gerekiyor.
Diyelim ki burada bastırılmış bir grandiyoz fantezi var: ?Bana bakın ben ne kadar harikayım. ? Bu dışarı çıkıyor ve aynalanmasına ihtiyaç var. Fanteziyle gerçeklik arasında bir dengenin kurulabilmesi için, dışarıda aynalayan bir kendiliknesnesi olması gerekiyor. Davranış bozukluğu gösterenlerde bu grandiyöz fantezi başka şekillerde kendini gösteriyor: Mesela gidip okul bahçesinde çocuklara cinsel organlarını gösteriyor. Ama aslında ikisinde de aynı problem var, bunlar farklı problemler değil! Her seferinde bu grandiyöz fantezi var ve onun dengelenmesi var. Burada grandiyöz fantezinin bir kısmı analizde dile geliyor. ?Bana bak, beni aynala, benim ne kadar harika olduğumu gör?, şeklinde bir taleple ortaya çıkıyor. Ama bir kısmı da okul bahçesinde çocuklara cinsel organını göstermek şeklinde tezahür ediyor. Biri davranış, biri analizde bunları konuşmak, bunların arasındaki yarık da dikey yarık. Dikey yarılmanın yatay yarılmadan farkı şu: Yatay yarılmada bilinçdışı materyal aşağı doğru bastırılıyor, dikey yarıkta da yandan kendine bir kaçış yolu buluyor ve okul bahçesinde cinsel organını sergilemek şeklinde kendini gösteriyor. Bu, aynı fantezinin kendisini farklı gösterme biçimleri. Üç tip hastadan bahsetmiştik: Yaptığı şeylerden hiç bahsetmeyen, yaptığı şeyi anlatan, ya da sadece anlatan. Bunlar dikey yarığı kapatmanın da üç ayrı evresi. Bir tarafta olan şeye gerçeklikle bağlantılı ego diyoruz, burada sözle ifade buluyor. Diğer tarafa da gerçekçi olmayan ego diyoruz. Yine iki tarafta da aynı fantezi var. Buna bir grandiyöz fantezi dedik ama herhangi bir fantezi, kendiliknesnesi ilişkilerinin türlerinden herhangi biri olabilir. Gerçeklik egosu, diğer tarafın davranış olarak nasıl ortaya çıktığına belirli bir tutumla bakıyordur her zaman. Mesela gerçeklik egosu eğer diğer tarafta ortaya çıkan davranışı sahiplenmiyorsa, buna sahiplenmemek ya da inkâr diyoruz. Yani, ?benim bununla ilgim yok, ilgim olsun istemiyorum, ben böyle bir şey değilim?, diyorsa buna sahiplenmemek diyoruz.
Freud'a baktığımızda, çocuklarda, özellikle dışarıda olan bir şeyi kabul etmemek, inkâr etmek yönündeki davranıştan bahsediyor sahiplenmemek dediği zaman. Halbuki bastırmak daha çok içerden gelen bir şeyi aşağıda tutmakla ilgili. Bu hastamız da eğer böyle bir inkâr ve sahiplenmeme içindeyse geliyor ve diyor ki, ?bu tarafımdan nefret ediyorum, bundan kurtulmak istiyorum, ben böyle bir insan değilim?. Bağımlılıklar, suçlar, sapkınlıklar genelde bu tip sahiplenilmeyen davranış bozukluklarıdır. Ama farklı bir psişik yapısı olan insanlar da bu tür davranışlar gösterebilirler. Mesela antisosyal insanlar, sınır kişilikler, şizofrenler de bu tür davranışlar sergilerler. Ancak bizim bahsettiklerimiz analizde ya da terapide tedavi edilebilir olanlar. Mesela yeme bozukluğu olan birisini ele alalım. Aşırı yeme dönemleri var ama bunu yapıyor olmaktan hoşlanmıyor, her zaman kendisine sözler veriyor ?bir daha böyle yemeyeceğim? diye, bundan kurtulmak istiyor. Burada böyle bir durumdan bahsedebiliriz ama bütün yeme bozuklukları da öyle değil. Mesela anoreksik bir kişinin bütün kişiliği o yönde olabilir, daha ziyade paranoid bir yapıda olabilir. Burada bizim dikkat edeceğimiz şey, davranışın ötesinde, yapı gerçekten böyle bir yapı mı, yani işin içinde yeterli gerçeklik egosu var mı? Freud diyor ki, her hastada, ne kadar psikotik olursa olsun, ufacık da olsa bir gerçeklik egosu parçası vardır. Ama bir çok insanda bu gerçeklik egosu çok daha geniş bir yer tutuyor ve davranış bozukluğu çok daha dar bir alanda. Yani Nafi ve bende olduğu gibi. Ve bu davranış bozukluğu tarafı da aslında hepimizde var. Yani iki parça da herkeste, her zaman var. Önemli olan boyutları.
Karşınıza hasta geldiği zaman, her zaman için bir taraftan gerçeklik egosu var, bir taraftan da davranış bozukluğu. Analist de kendi gerçeklik egosu ve davranış bozukluğuyla beraber bir ilişkiye giriyor bu hastayla. Bir çok analist, sadece hastanın gerçeklik egosuyla ilişki kuruyor. Ancak davranış bozukluğunun devreye sokulabilmesi, analize dahil edilebilmesi için, analistin de kendi davranış bozukluğu tarafını devreye sokabilmesi, bu davranış bozukluğunun kendisinde uyandırdığı tepkiden konuşabilmesi gerekiyor. Aksi halde, dışarda yapılan hiç konuşulmaz hale gelebiliyor. Aktarım-karşıaktarım ilişkisinden bahsedip bunun iki yönlü bir yol olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla, söz konusu hasta hırsızsa yardım edebilecek analistin içinde de biraz hırsızlık olması gerekiyor. Eğer kendini bir hırsız gibi hissedebiliyorsa bu hastasına yardım edebilir. Cinsel sapkınlıklarla, suçlularla ilgili çalışmak içinde belirli bir eşduyum gerekiyor. Bunun için de, mesela pedofillerle çalışmakta bir çok insan zorlanır. Çünkü kendini onun yerine koymak, onun gibi hissetmeye çalışmak zordur.
SORU: Eşduyumun geçici bir özdeşleşme olduğunu söylediniz. Burada bence hem kendilikle hem de kendiliknesnesiyle özdeşleşme söz konusu. Bu anlamda da Racker'in uyumlu özdeşleşme (concordant identification) ve bütünleyici özdeşleşme (complementary identification) kavramlarına benziyor. Ancak bir fark da var: Racker nesneyle özdeşleşmeden bahsediyordu, bizse şimdi kendiliknesnesi ile özdeşleşmeden bahsediyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
AG: Dediğiniz doğru. Racker'ın zamanında, unutmamalıyız ki, kendiliknesnesi diye bir kavram henüz ortada yoktu. Eşduyum aslında her türlü psikolojik veri toplama yöntemi için kullanabileceğimiz bir kelime; dolayısıyla hem nesneyle hem kendiliknesnesiyle eşduyum söz konusu. Ancak kendiliknesnesiyle olan eşduyumun farkı, kendiliknesnesinin karşımızdaki kişinin de bir parçası olması, onunla birlik içinde olması. Bence bütün insani ilişkiler eşduyumlu iletişime dayalıdır. Biz her zaman birbirimizi okuruz. Otistik çocuklardaki yetersizlik ya da bozukluğun, karşılarındaki insanı okuyamamalarında olduğu söylenir. Ancak eşduyumlu olabilme kapasitesi, psikopatolojiyle bağlantılandırılmamalı. Bazı şizofrenler çok eşduyumlu olabiliyorlar. Antisosyal kişiler, genellikle karşılarındakini okumakta çok iyidirler, ancak bunu sadece manipüle etmek amacıyla yaparlar. Kendilik psikolojisinin ayrılan tarafı, sürekli eşduyum olması. Kendilik psikoloğunu mesela bir sigorta satıcısından ayıran nokta, o empatik bağın içinde kalmak. Örneğin sevdiğiniz birini kaybedersiniz, onun cenazesine gidersiniz, cenaze levazımatçıları çok kısa bir süre için çok eşduyumlu davranırlar. Tabutu satın aldıktan ve ölüyü gömdükten sonra eşduyum ortadan kalkar. Bu yüzden terapist için en önemli nokta hastayla bu eşduyumsal bağlantı içinde kalmaktır.
Kitaptaki ilk vakadan bahsedeceğiz: John Alter vakası. Burada hasta daha baştan terapisti analizin içinde eyleme koyma (acting in) durumunun içine çekiyor. Terapist buna birçok kişinin gözünde ahlaki olmayan bir şekilde karşılık veriyor. Hastanın yoldan çıkmış olan tarafı ve analistin yoldan çıkmış olan tarfı ilişkiye giriyor, ancak hiçbiri bu yaptıklarını yoldan çıkmış bir şey olarak görmüyordu. Buna kördüler ya da bunu sahiplenmiyorlardı. Dolayısıyla, gerçeklik egolarıyla bir bağlantı kurdular ve orada konuşuyorlardı. Hastanın geçmişinden, ailesinden bahsediyorlardı ve ruhsal taraftaki, davranış bozukluğu olan kısım, başta konuşmanın dışında bırakılıyordu. Analist hastanın davranış bozukluğu olan tarafıyla, sigorta kağıtlarını imzaladığı zaman bağlantı kurdu.
Vaka şöyle: Hasta analiste geliyor, diyor ki, ?benim hasta olduğuma dair, yetersizlik içinde olduğuma dair bir takım belgeler var. Onları imzalarsanız ben size analize gelebileceğim, sigorta da parayı ödeyecek?. Analist soruyor: ?Eğer çalışamaz durumda olduğunuzu ben onaylamazsam ne olacak?? Hasta, ?o zaman ben de başka bir yere giderim?, diyor. Analist de diyor ki, ?benim bu hastaya ihtiyacım var, paraya ihtiyacım var, dolayısıyla iş yapamaz durumda olduğunu onaylayacağım ki ben de bu tedavi için sigortadan parayı alabileyim?. Hastanın gelip, ?bunu imzala ve ben de sigortadan parayı alayım?, dediği anda sizin düşünmeniz gereken, ben de olsam bunu yapar mıydım? Yapmaz mıydınız? Eğer yapmazsanız hastanız olmaz. Ofisinizde temiz bir vicdanla tek başınıza oturursunuz, hayatınızı idame ettiremezsiniz. Ancak hastanın şöyle bir geçmişi olduğunu öğreniyoruz: Daha önce başvurduğu bir psikiyatrist var ve hasta hakikaten iş yapamaz durumda o sırada. Ama öyle bir nokta geliyor ki, psikiyatrist, ?artık ben bunu imzalayamam, çünkü artık iş yapamaz durumda değilsin?, diyor. Bunun üzerine onu bırakıp size geliyor ve imzalayana kadar zaten bunu tartışmaya yanaşmıyor. Burada mesele şu: Hastanın bir davranış bozukluğu var ve davranış bozukluğu olan bir çok terapist ona ?bunu kes, bunu yapma, bastır?, der. Mesela alkolik birisi geldiğinde onu 12 adımlık bir gruba yollarsınız ki içmeyi bıraksın. Kumar sorunu olan bir insanı da kumar oynamayı bıraksın, yani davranışı baskılasın diye yine aynı şekilde bir gruba yollarsınız. Hatırlayacağınız gibi, hasta her zaman size bozuk bir davranışla gelir ve önünde üç seçenek vardır. Size söylemek, size söylememek ya da bunu sizinle yapmak. Bu hasta diyor ki, ?seninle ancak bunu benimle beraber yaparsan görüşürüm. Bunu benimle yapmazsan seni görmem. Başka bir psikiyatristi de bu nedenden bıraktım. Ben şimdi psikiyatrist alışverişine çıktım?. Ahlaki davranan, ?bunu seninle yapmayacağım?, der ve yalnız oturur. Başka birisi tabii yapar, ?paraya ihtiyacım var? der. Yani sizi ister istemez bu yoldan çıkmışlığın içine çekiyorlar. Ya bu yoldan çıkmışlığın bir parçası olacaksınız, ya da yalnız başınıza oturacaksınız, hasta size başka bir seçenek tanımaz. Neredeyse bütün hastalar, ?bunu yapmayı kes? diyen birisiyle karşılaşırlar ve yapmayı da kesmezler. Eğer bunu kendileriyle yapacak birini bulurlarsa, buldukları kişi aynı kendileri gibi, yoldan çıkmış, sapkın bir kişidir. Önceden de demiştim ki, bir hırsıza ancak bir hırsızsanız yardım edebilirsiniz. Bununla ilgili ne hissediyorsunuz ?
Söz konusu terapist, kendi yoldan çıkmışlığına karşı kördü, üzerine düşünmedi bunun, görmedi, hemen imzaladı. Bunu da şöyle rasyonalize etti: ?Ben imzalamazsam başkası nasıl olsa imzalayacak?. Ve bu hastayı düzenli olarak görmeye başladı. Düzenli olarak, birkaç ayda bir bu belgeyi imzalaması gerekiyordu. Sigorta şirketi de sürekli tetikteydi, acaba bu adam gerçekten iş yapamaz durumda mı, değil mi diye. Dolayısıyla psikiyatrist de devamlı endişeliydi, ama bir yandan da imzalıyordu. Çünkü paraya ihtiyacı vardı. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu terapist bir hırsız. Öyle olmazsa bu hastaya kim yardım edecek? Burada eksik olan taraf, yapıyor oldukları şeyin üzerine konuşmuyor olmaları. Bir hastam vardı, alışveriş bağımlısı bir hastaydı, şirketinden para çalıyordu, ve bir gün başka bir kentten aradı ve uçağı kaçırdığını söyledi. Gelebilmesinin tek yolunun da, psikiyatristiyle hemen görüşmek zorunda olduğuna şirketi ikna etmesi olduğunu söyledi. Ben de o havayolu şirketinden nefret ediyordum, bu durum beni sevindirdi neredeyse. Ne yapmalıydım? ?İyi? mi demeliydim? Bunun üzerine konuşurduk, ama şu anda telefonda ve millerce uzakta. Benim duygum da, ?havayolu şirketinden intikamını al?. Buradaki ana fikir, her zaman kendi kötü davranışlarının içine sizi çekmeyi başarırlar. Eğer çekemezlerse zaten onlara yardımcı olamazsınız. Ben gülmekten kırıldım.
Kitaptaki örnek vakanın can alıcı noktası, analistin aylar boyunca kâğıtları imzalamaya devam etmesidir. Sonra vakayı grubumuza getirdi. Ve bilin bakalım ne oldu! Grubumuz, yaşı ona yakın kişilerden oluşuyordu ve hepsi onun üzerine saldırdı. Hepsi onu eleştirdi, ona bağırıp çağırdılar ve ?dürüstlükten bu kadar uzak bir şeyi nasıl yaparsın??, dediler. Bu analistin gerçeklik egosu. Hastayla da davranış bozukluğu yoluyla bir bağlantı kurmuş ve bu sürüp gidiyor. İşte bu sahiplenmemektir (disavowal). Gruba gelene kadar, ne yapıyor olduğuyla ilgili hiçbir fikre sahip değildi, farkında değildi. Grup bu analiste ne yapmakta olduğunu söylediği zaman, gerçek bir depresyona girdi. Üzüntüden kendini kaybetmiş ve neredeyse intihar edecek durumdaydı, bir şey yapamaz hale geldi. Ona da bir sigorta poliçesi verebiliriz! Sonra hastasına dedi ki, ?artık bunları imzalayamam?. Sonra hasta ne dedi biliyor musunuz? ?Peki. Zaten bunu neden imzalıyor olduğunuzu anlamıyordum baştan beri. ? Ama imzalamamış olsaydı o noktaya gelemezdi. Bütün bu yoldan çıkmışlık, inkâr ve ondan sonra o yoldan çıkmış tarafı tekrar kendi içine alma sürecinden geçmesi gerekiyordu. Bundan az bir süre sonra hastanın tedavisi başarıyla tamamlandı. Bu vakayı Uluslararası Psikanaliz Birliği'nin Nice'deki konferansında sunduk. Klasik analistler genelde böyle bir durumda bunun yapılmasına izin vermezler, ?kuralları baştan koyman gerekir, davranışı baştan durdurman gerekir?, derler. Onların bakış açısında bu davranışın önü kesilmelidir. Ama buna izin vermelisiniz.
- Tamam, o davranışa izin vermek gerekiyor, ama burada problem, analistin bu kötü davranış tarafından baştan çıkarılması ve bu baştan çıkarılmaya izin vermesi.
AG: Hatırlayın, üç çeşit hasta vardır. Bir tanesi yaptığı şeyden hiç bahsetmeyen hasta. O hasta bilir ki, analist bunu duymak istemiyor. İkinci türden hasta en iyisidir. Çalışması en kolay olanıdır. Hem yaptıklarını anlatırlar hem de sizin buna bulaşmanızı talep etmezler. Üçüncü türden hasta size bu seçeneği sunmaz. Bu türden hastanın dediği şey, ?kötü davranmak zorundasın. Ya kötü davranmak zorundasın ya da ben burada olmayacağım?. Üç çeşit de terapist var. Bunlardan birincisi, kötü davranış gösteren hastayı görmeyecek olan terapist. Bunların hepsi Londra ?da yaşar. İkinci türden analistler, kötü davranış hakkında konuşmaya bayılırlar ama kendilerinin tertemiz olduğuna inanırlar. Bunlar da Türkiye'de yaşar. Üçüncü türden terapistlerin hepsi de Los Angeles'da yaşar!
Böyle bir vakada analistin baştan çıkması gerekiyor, ve bu hasta daha önce başka birkaç analisti daha baştan çıkarmıştı zaten. Ancak bu analistin kendisi hastayla beraber neyin içine girdiğini farkettiği noktada analiz ulaştığı sonuca ulaşabildi. Bunu başka bir şekilde de düşünebiliriz: Her analistin ve her terapinin anında sağladığı bir tatmin vardır. Hasta birisinin kendisini dinlemesini, birisinin kendisine hayranlık duymasını ister. Kendileriyle beraber kötü davranışı yapmasını istemesi de bundan farklı bir şey olmayabilir. Çünkü onun problemi de budur. Grubumuzdan bir üye, hiçbir zaman, asla ve asla bir hastanın kötü davranışına ortak olmadığını söylüyor. Ama onu sürekli görüyorum. Bir bayan hastası ile beraber asansöre kadar yürüyor, onu aşağıya kadar indiriyor, ama kötü davranış içinde olduğunu düşünmüyor. Kadının buna ihtiyacı olduğunu söylüyor.
Bazı analistler hastalarına karşı çok sert ve eleştireldir, ve hastalarının buna ihtiyaçları olduğunu söylerler. Öyle ya da böyle, bir şekilde her zaman için hastanızla baraber bir davranışın içindesiniz. Tarafsızlık diye bir şey yoktur. Ama bazı taraflılıklar diğerlerinden daha saldırgan. Yani buradaki problem, hastanın gerçekçi olmayan egosunun, analistin gerçekçi olmayan egosuyla bağlantıda olması, ve analistin gerçekçi egosunun, gerçekçi olmayan egosunu görmüyor olması, aralarında bir köprü olmaması. Süpervizyon ve grup tartışmasıyla analistin gerçekçi egosuyla, gerçekçi olmayan taraf arasındaki köprü kuruldu. Ve analistteki bu eksiklik giderildiği için işe yaradı. Şimdi varsayalım ki bu hastanın bir grandiyöz fantezisi vardı. Kendisinin özel bir insan olduğunu, onun için de bu sigorta şirketinin vereceği parayı hakkettiğini düşündüğünü, analistin de kendisinin parayı almaya hakkı olduğunu, parayı hakettiğini düşündüğünü varsayalım; yani iksinin de grandiyöz fantezileri vardı. Kötü davranan tarafı bir şekilde gerçeklik egosunun alanına çekmek gerekir. Davranış bozukluklarında eylemi kelimelere çevirmek gerekir. Kişilik bozukluklarında olgun olmayan kendiliknesnesi ilişkilerini daha olgun kendiliknesnesi ilişkilerine çevirmeye çalışırsınız. Yani burada, hasta ve analistin kötü davranışı gösteren tarafları bunu bağlantı içinde yapıyorlar; öbür tarafta da gerçeklik egoları, aslında aynı altta yatan fantezi üzerinde konuşuyor. Bu konuya girmeseler de aynı fantezi iki taraftan birden çıkıyor. Ama grupta tartışıldığı zaman analist bu aynı fantezinin nasıl iki farklı yola saptığını gördü, yanılsama bir anda çöktü ve ağır bir depresyona dönüştü.
Tedavinin normal gidişinde, iyileştirici olanın o döneme uygun travmatik olmayan yorum olduğu düşünülür ve bu yorumla da küçücük bir parça da olsa bir psişik yapı kazandırılır. Kendiliknesnesi ile kendilik arsında eşduyumsal bir bağ var. Analist hastayı hayalkırıklığına uğratır. Eşduyumsal bağı kırar. Küçük bir narsistik yaralanmaya yol açarak bağın kırılmasına sebep olur. Eğer doğru zamanda yapılırsa, travmatik değilse, hastaya çok acı vermiyorsa, ve kendiliknesnesinin görmekte olduğu işlev kendilik tarafından üstlenilebiliyorsa, o zaman bu iyileşmedir. Hani nasıl ki, karşımdaki kişinin başını sallaması, beni onaylaması bana iyi geliyordu, ama bir süre sonra bunu kendi kendime yapabilir hale geldim, onun gibi. . . Döneme uygun ve travmatik olmayan bir şekilde yapılmazsa, yanlış zamanda yapılmıştır ve travmatik bir etkisi olur. Bu analiste olan buydu; grup tarafından travmatize edildi. Grubun eleştirisi onun kaldırabileceğini aştı, çünkü grubun kendisi için iyi bir kendiliknesnesi olduğunu düşünüyordu. O vakayı sunarken onu dinliyorlardı, ve işte kendisini dinleyen, iyi nesne zannettiği grup kendisine karşı dönünce o kadar ağır bir travma yaşadı ki, klinik depresyon tablosu ortaya çıktı. Bu klinik depresyondan çıkmaya çalışırken dışardaki başka insanlara uzandı ve onlara, ?bana çok kötü bir şey yapmadığımı, kötü analist olmadığımı söyleyin?, dedi ve böylece iyileşti. Ve o sırada hasta da, analist de aynı konu üzerinde, yani hatırlayacaksınız, aynı grandiyöz fantezi üzerinde çalışıyordu, ama hasta çoktan hazırdı bu poliçeden vazgeçmeye, sadace analistin iyileşmesini bekliyordu. Analist de ?ben artık iyileştim artık buna ihtiyacım yok?,diyebilince, grup da kendisini destekleyerek tekrar iyi nesne oldu, sırtını sıvazladı. Ve şimdi grupla farklı bir kendiliknesnesi ilişkisi kuruyor, grup artık hastasıyla yaptığı şeyden dolayı gurur duyuyor, artık yoldan çıkmış bir analist değil, kendini meşrulaştırabilmiş bir analist.
Diğer vaka tam olarak bir aktarım konfigürasyonunun sergilenmesi olmayacak, ama bunun içinden aktarımı çıkarabilirim. Hasta bana geliyor çünkü arada bir alışveriş krizlerine giriyor ve binlerce dolarlık alışveriş yapıyor. Çok az miktarda mücevher olabiliyor, ama en çok aldığı şey kıyafet ve ayakkabılar, botlar. O kadar çok para harcamış ki, çalıştığı şirketten avans alıp zimmetine para geçirmek zorunda kalmış. Çok prestijli bir konumda olduğu bir şirketten epey miktar para almış harcamaları için. Kocası alışveriş yapmakta olduğunun farkında olsa da, bunun ne düzeye varmış olduğunun farkında değil. Dolaplar da giysilerle dolup taşıyor, ama hiçbirini giymiyor. Hepsi dolapta duruyor ve arada bir gidip onlara bakıyor. Şimdi başı dertte. Zimmetine para geçirirken yakalanmış. Beni görmeye başladıktan kısa bir süre sonra hayatında ilk defa bir mağazadan bir şey çalıyor, yakalanıyor, tutuklanıyor, ve zimmetine para geçirmekten suçlanıyor. Şimdi benim hastam. Geçmişini de vereyim size: Kendisinden büyük bir ağabeyi, bir de tek taraftan erkek kardeşi var, annesi iki kere evlenmiş. Babası ağır bir alkolikmiş. Annnesi ile babası içki problemi yüzünden çok sert kavgalar ederlermiş. Sonuçta dört beş yaşlarında iken annesi, kendisi ve erkek kardeşini alıp, gecenin bir yarısı başka bir şehre kaçmış. Annesi babasından boşanana kadar bu farklı şehirde büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşamışlar. Annesi sonra tekrar evlenmiş ve bu yarım kardeşi bu ikinci evllikten olmuş. Daha sonra on bir, on iki yaşındayken üvey baba cinsel tacizde bulunmuş. Kendi öz babasını birkaç haftada bir görüyor. Bunun için de ağabeyiyle o şehre gidip geliyorlar. Babasına tapıyor. Korkunç derecede alkolik bir adam, ama şaşırtıcı olmayan bir biçimde kızını her zaman alışverişlere çıkarıyor. Babasıyla geçirdiği zamandan sonra, eve döndüğü zaman, yeni bir paltosu varsa mesela, annesinden saklaması gerekiyor. Annesinden, babasını görmekten duyduğu mutluluğu da saklamak zorunda, çünkü anne babadan nefret ediyor. Baba anneyi, hastamı ve abisini sevmeye devam ediyor. Ağabey uyuşturucu bağımlısı oluyor. Yarı alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı var. Şimdi de alışveriş bağımlılığı karşımızda. Burada biyologlar der ki, ?işte şu anda karşımızda bütün aileye yayılmış biyolojik bir problem var?. Hasta küçük bir kızken üzgün olduğunu hatırlıyor. Küçük bir kızken çok da mastürbasyon yaparmış ve annesi bunun kötü bir şey olduğunu söylermiş. Mastürbasyon bazen de herkesin görebileceği bir şekilde oluyormuş ve ağabeyi diyormuş ki, ?hani hepimiz mastürbasyon yapardık, ama senin kadar çok değil?. Eğitimine devam ediyor, liseyi bitiriyor, koleje devam ederken bir noktada babası ölüyor. Kendisi daha babası ölmeden evleniyor; ama annesi babasının düğüne katılmasına izin vermiyor. Babasını çok sevgiyle hatırlıyor ve yasını tutuyor, ve ona öyle geliyor ki, bu alışveriş krizleri babasının ölümünden sonra başlamış. Bundan tam emin olamıyor. Alışverişini tanımlama biçimi bu. Gerçekten bir şey istiyor olması gerekmiyor, arada bir ?gidip bir şey almalıyım?, şeklinde hissediyor.
Tedaviye gelmeye başladığında bu alışveriş krizlerini neyin başlattığı konusunda hiçbir fikri yoktu. Alışveriş yaptıktan sonra hep korkunç hissediyordu kendini. Kendinden nefret ediyordu. Kocasından nefret ediyordu. Bunu gizlemek için çok büyük çabalar gösteriyordu ve her zaman bunu bırakacağını söylüyordu. Yani bu zaman zaman ortaya çıkan ve nefret edilen, kendisinin sahiplenmediği bir davranış. Terapi epey ilerledikten sonra, alışveriş yapmadan önce nasıl hissediyor olduğunu farketmeye başladı. İlk başta ortaya çıkan şuydu: Kendini depresyonda hissediyordu, ondan sonra alışveriş yapıyordu, bu depresyon ortadan kalkıyordu ama başka türden bir depresyon başlıyordu.
Biraz önce bahsettiğimiz analistin depresyonu ile bu hastanın depresyonu arasında bir bağlantı kuracağız. Kendilik psikolojisinin öne sürdüğü farklı depresyon biçimlerinden bahsedeceğiz. Klasik analist depresyonun kendini cezalandırmaya yönelik duygularla ilgili olduğunu söyler. Burada da suçluluk ve kendini sevmemek vardır. Yasaklanmış bir dürtü - mesala bu düşmanca bir dürtü olabilir, bir rekabet dürtüsü olabilir - bastırılıyor ve süperego da böyle yasak bir dürtü duyulduğu için cezalandırıyor. Klasik psikanaliz böyle anlatıyor depresyonu. Ve bu hasta da alışveriş yaptıktan sonra böyle hissediyor, suçluluk duyuyor. Ama alışverişten önceki hissi farklı bir his. Tedavi ilerledikçe alışveriş sonucunu doğuran bir takım öncülleri keşfetmeye başladık. Eski işinden atılmıştı, zimmete para geçirmekten ve sahtekârlıktan aldığı büyük bir ceza vardı. Şimdilik hapse girmesi gerekmiyordu ve sonradan yeni bir işe girmişti. Bu sayede tedaviye devam edebiliyordu. Yeni işinde gördük ki, yaptığı işle ilgili periyodik olarak övgüler alıyordu ve kendisiyle ilgili iyi hissetmeye başlamıştı. Başta başarılarından dolayı heyacan duymaya başlamıştı, ve sonra dışarı çıkıp alışveriş yapıyordu. Buradan da görülüyor ki, alışverişi kendisinde yükselen ?bana bakın ben özel bir kişiyim? duyguları ile bağlantılıydı. Bunu şununla bağlantılandırdık: Babasını görmeye gideceği zamandan önce ya da babasını gördükten sonra yeni giysilerle döndüğü zaman, kendisini müşiş hissediyordu, çok mutlu hissediyordu. Çünkü babası da onu çok seviyordu. Ve sonra bunları saklaması gerekiyordu. Kocasıyla tatilde çok mutlu, güzel zaman geçiriyorlar ve birdenbire bir duygu geliyor: ?Bu çok sürmeyecek, bu bozulacak?. Anında müşiş bir kaygı yaşıyor. Hemen oteldeki hediyelik eşya satan dükkânda gördüğü bir kolyeyi hatırlıyor, kaygısı ortadan kalkıyor. Kolyeye konsantre oluyor. Kocasının ne dediğini duymuyor bile, kolyeyi zihninde tutabildiği sürece kaygı yaşamıyor. Otele koşup bu kolyeyi satın alıyor ve korkunç hissediyor. Bu aldığı kolyeyi pek beğenmiyor. Artık karşımızda bir akış var: Yoğun kaygı, yoğun heyecan, alışveriş ve sonunda da suçluluk.
Bana çok bağlanıyor, hayatında onu anlayan tek kişiyim, ve ilk defa olarak birisi alışverişini onun için anlamlandırıyor. Beni aşırı derecede idealize ediyor ve ben buna bayılıyorum. Şimdi tek korktuğu şey, hapse girerse beni kaybedecek olmak. Babasını nasıl kaybettiğini hatırlayın. Beni görmeye ihtiyacı var, bu bağımlılık gibi. Beni görmezse alışveriş yapacak. Ona, içinden alışveriş yapmak gelirse beni aramasını söylüyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Hiçbir zaman aramadı. Sizce neden olabilir? Hatırlayın: Babayı anneden gizlemesi gerekiyor. İlişki ve babasını idealize etmesi hakkında suçluluk duyuyor. Babası ona bunca şey alıyor, ama bu hayatının ayrı, anneden ayrı tutulan bir bölümü. Babasının kendisine ne ifade ettiğini annesine gösteremiyor. Bir anlamda beni de bu küçük yerde tutuyor, bana sürekli ihtiyaç duysa da, hayatının gerisine fazla karıştırmıyor. Onu yıllardır görüyorum ve bu zaman içinde sadece iki üç kere alışveriş yaptı; ama yaptığı zamanlarda da neden yapmış olduğu çok netti.
İşte şimdi bu hasta karşımızda. Zimmetine yüzbinlerce dolar para geçirmiş bir hırsız aslında, ve bir yandan dünyanın en güzel giysileri dolabında asılı duruyor, bir yandan da hiçbirini giymiyor. Bunu hiç farketmeyen kocasına ne demeli? Kocasının ona söylediği şey, ?alışverişe bensiz gitmeyeceksin, o zaman çok şey alıyorsun. Her zaman beraber gideceğiz?. Bunun sonucunda da kadın ne yapıyor? Kocasından gizli gizli kaçıp alışverişe gidiyor. Bir anlamda da kocası onun kötü davranışı ile işbirliğine girmiş oluyor.
Bu hastanın gerçeklik egosu ve davranış bozukluğu (alışveriş krizleri) dikey yarıkla ayrılmış. Analist de alışveriş tarafıyla ilgili olarak bir kendiliknesnesi, yeterli bir kendiliknesnesi olarak, bu eyleme koyma davranışını azaltmasına yardımcı oluyor. Konuştuğumuz hasta tiplerini hatırlayın. Yaptığı şeyden bahseden hastada, yeterince iyi bir kendiliknesnesi olursanız, genellikle o kötü davranış azalır. Benim hatırladığım, beni sadece bir tek kere bu davranışın içine çekmeye çalıştı, o da havayolu şirketi ile ilgili olan olaydı. Bu nedenle de davranış bozukluğu olan hastalar bir tedaviye girince, tedavinin türü ne olursa olsun, davranış kaybolur. Anonim Alkolikler'de on iki adımlık programa başlayanlar içmeyi bırakır. Bunun nedeni davranışı baskılamaları değildir. Grup onlara o kadar iyi bir kendiliknesnesi olur ki, kendilerini bütünleşmiş hissedebilirler. Ancak bu kırıldığı anda, davranış tekrar ortaya çıkar. Onun için işe yarayan bütün on iki adımlık programlar sonsuzdur. Aynı sebepten, benim hastam da beni görmeye devam ettiği sürece alışveriş yapmayacaktır, ama beni henüz içselleştirmiş değil bu noktada. Göreceksiniz ki kötü bir davranışı olan bir çok hasta tedaviye girer girmez, sihirli değnek değmiş gibi bu davranışı bırakacak, çünkü iyi bir kendiliknesnesi ilişkisi kurmuş olacak. Onun için ilk zamanlarda alışveriş bağımlılığı yerine Goldberg bağımlılığı olur. Yeme bozukluklarının, madde bağımlılıklarının, suç işlemenin anında kaybolmasındaki sihir burada yatar.
SORU: Hastanın alışverişten önce hissettiği depresyondan da bahsetmiştiniz. İyileşmeye götüren, hastanın kötü davranan tarafı ile analistin kötü davranan tarafı arasında kurulan bağ mı, yoksa bu depresyonun ele alınması ve kendiliğe entegre edilmesi mi?
AG: Hastayla analist arasındaki ilişkinin sağladığı şey iyileşme değil, davranışın ortadan kalkması. Bundan sonra ele alınacak şey depresyondur. Bu hastada, alışverişle ilgili suçluluk azaldığı zaman, gerçek, derindeki depresyon ortaya çıkıyor. Bu depresyon, kocasıyla tatildeyken, kendini çok iyi hissederken yaşadığı kaygı. Kohut'un boşluk depresyonu dediği depresyon bu. Bütünleşmiş kendiliğin gelişme hattından bahsetmiştik hatırlarsanız. İşte bu noktanın ötesinde narsistik kişilik bozuklukları vardı, berisinde ise dağılma, sınır kişilik bozukluklar vardı. En büyük korku dağılma korkusudur. Bütünlükten dağılmaya doğru gerileme hareketini durdurmak için bir şekilde bir davranışta bulunuluyor. Kohut'a göre bu, dağılmanın öncesinde yaşanan duygu bir boşluk duygusu, şuçluluk duygusu değil. İşinde hasta tamamlanmış hissettiği, zaman grandiyözitesi öne çıkıyor. Grandiyözitesinin aynalanmayacağının farkına varması bu boşluk hissine yol açıyor. Bu yüzden tedaviye gelen bir çok narsistik kişilik bozukluğu olan kişiler, ?hayatın anlamı yok, hayat boş?, diye gelirler. Yani hayatın anlam kazanmasını sağlayacak şey, o narsizmi aynalayacak kendiliknesneleri olmasıdır. Yani, alışverişle ilgili suçluluk depresyonu var, buna sebep olan alışveriş davranışı var, alışverişin öncesinde de, grandiyözitenin tetiklediği başka bir duygu var.
Bu alışverişlerin tacizle de bir ilgisi olabilir mi sorusuna gelirsek, tacizde pasif kalındığı, alışveriş yaptığı zaman aktif davrandığı düşünülebilir. Benim daha iyi bir açıklamam var: Üç yaşında iken çok hüzünlü bir kız olduğunu hatırlıyor. Annesi gün ortasında kendisini uykuya yatırıyor ve bütün panjurları indiriyor. O da kendini korkunç hissediyor, o sırada korkunç şekilde yalnız hissediyor, aynı kocası ile tatildeyken birdenbire ?aman Allahım, şimdi ne olacak?? kaygısını yaşadığı zamanki gibi. Dediğine göre mastürbasyon yapmaya başlaması da bu sıralarda olmuş. Şimdi şu akışa bakalım: Çocuğun kendiliğiyle ilgili ilk farkındalığının oluştuğu sıralarda, uykuya dalarken yeni bulduğu bütünlüğü kaybetme kaygısı yaşıyor. Uyuması demek, anneyle ilişkiyi de kaybetmesi demek. Kendine canlılık hissi vermek için mastürbasyon yapıyor. Yani boşluk duygusundan kurtulmak için kendisini mastürbasyonla tedavi ediyor. Sonra mastürbasyonla ilgili suçluluk duyuyor. Annesi bunun kötü bir şey olduğunu, yapmaması gerektiğini söylüyor. Ama tabii ki bu suçluluk da canlandırıcı. Freud ?Suçlular ve Suçluluk Hissi? adlı klasik makalesinde der ki, suç işlemenin amacı cezalandırılmaktır. Yani bu küçük kız da mastürbasyon yapıyor, ?bu kötü bir şeydir? denerek cezalandırılıyor, ve bu boşluk duygusunun yarattığı kaygıdan daha iyi bir şey. Bunu yetişkinliğe taşıyalım: Bir övgü alıyor, grandiyözitesi aktive oluyor, kendi boşluğunun farkına varıyor ve kendini öldürmek istiyor, mastürbasyon yaptığı zamankine benzer biçimde, bunu alışveriş yaparak tedavi ediyor. Sonrasında alışverişten dolayı suçluluk duyuyor, ama bu önceki hissinden çok daha iyi. Alışveriş yapmasını engelleyen tek şey kocasının kendisine çok kızması, çünkü bu yeterli bir cezalandırma ve kendisini canlı hissettirecek kadar suçluluk yaratabiliyor. Sonuçta çalışacağımız şey yine depresyon, ama suçluluk depresyonu değil, boşluk depresyonu. Anne ve baba arasındaki yarığı da görüyoruz: Baba grandiyöziteyi tetikliyor, anne de bunu cezalandıran bir karşılık veriyor.
Cezalandırma, çok varoluşsal bir anlamda ?ben hayattayım? duygusu yaratıyor. Çok enteresan bir nokta da şu: Hapse girmeyi çok istiyor. Hapse girmeyi hakettiğini söylüyor. Ama hapse girerse beni göremeyecekti. Onun için hakediyor olsa da hapse girmek istemiyordu.
Şimdi diyelim ki, benden yargıca bir mektup yazmamı ve hapse girmemesi gerektiğini anlatmamı istiyor. Bu mektubu yazmalı mıyım? Bu yoldan çıkma olmaz mı? Yani ilk terapistin çalışamaz diye sigorta şirketine imza vermesi ile bunun arasında ne fark var? Benim durumumda da onun terapiye devam edebilmesinin tek yolu, benim bu mektubu yazmam. İki durumda da terapist hastayı kaybeder. İki durumda da hastanın tedaviye ihtiyacı var, terapide bir kesinti gerilemeye yol açabilir. Bu çok ünlü bir vakaydı, bütün gazetelerde çıkmıştı. Ve neredeyse herkes onun hapse girmesi gerektiğini yazmıştı. O kadar parayı çalmıştı, bunca şey yapmıştı, neden bundan yakayı sıyırsındı? Ben de böyle hissetmemeli miydim?
Anafikir aslında çok basit: Her zaman hastayla bir şey yaparsınız. Bir şey yapmamak diye bir şansınız yok. Ama ilk vakada olan şey, bu yapılan şey üzerine hiç konuşulmuyor olmasıydı. Bizimse bütün yaptığımız yapılan şeyler üzerine konuşmaktı. Bir şey yapmamak söz konusu olamaz.
İyileşme neden ve nasıl oluyor sorusunu ele almak istiyorum. Cevap olarak analistin içselleştirilmesi önerilmişti. İçselleştirme kavramı, psikanaliz tarihi boyunca üzerinde konuşulmuş ve zirveye Roy Shaefer'ın kitabı sayesinde ulaşmış ilginç bir kavram. Shaefer, daha sonra o kitapta yazdığı herşeyi inkâr etti, inançlı bir Kleinyen oldu, ama ondan sonra da değişmiş olabilir. Kleinyen kuramın büyük bir bölümü yansıtmalı özdeşleşmeyi ve içe yansıtılmış nesnenin kişiler arasındaki geçişini içerir. Bu bir sorun yaratır. Bu sorunun paralelini kişilerarası kuramla çalışanların eylemden bahsederken yaşadıkları sorunda görebiliriz: İki zihin arasında hayali varlıkların sihirli bir şekilde geçiş yapmasını içerir bu. Büyü gibi bir şeydir. Bugünün düşüncesinde, nörofizyolojide, bilişsel psikolojide, geç dönem psikanalizde ve zihin işleyişiyle ilgili kuramlarda, artık içselleştirme dışarıda bırakılıyor genelde. Kendilik psikolojisi burada bir geçişi temsil ediyor, kendilik ve kendiliknesnesi arasındaki ilişkiden ve bir anlamda kendiliknesnesinin içe alınmasından bahsediyor. Bugün geçerli olan, artık içselleştirmeyi dışarıda bırakan güncel görüşe bakarsak, psikoterapi ve psikanaliz arasında da net bir kuramsal ayrıma ulaşırız. Soru şuydu: Bu hasta aranızdaki ilişkiyi içselleştirdiği için mi iyileşiyor? Ama ben size içselleştirmeyi içermeyen bir cevap vermek durumundayım. Kendilik psikolojisinin açısından, bir çok kişi terapiye gelince ve terapi etkili olduğu zaman, iyileştirici, kendini iyiye götüren, yardım eden ama tam olarak da tedavi etmeyen bir ilişki kurar. Benim konuşurken, sizi kendiliknesnesi olarak kullanmama benziyor. Geçici olarak kendi aynalanma ihtiyacımı sizinle karşılıyorum. Nasıl ben sizi kendiliknesneleri olarak kullandığım zaman geçici bir rahatlamaya ulaşıyorsam, terapiye gelen hasta da aynı şekilde geçici bir iyileştirici rahatlama yaşar. Bu nedenle bağımlılığı olan hastam terapiye gelince iyiye gitti ve terapiye bir bağımlılık geliştirdi. ?Siz İstanbul'dayken nasıl iyileşecekti? O sizi kafasında taşımıyor mu??, diye soruluyordu. Ama kafa, içinde küçük bir insan taşımak için yeterli yer barındırmayan bir şeydir. İçselleştirmeyi içeren bütün kuramlardaki problem budur: Zihni küçük insanlarla kalabalıklaştırma. Bu kurama zihnin tefriş edilmesi denilebilir ve Otto Kernberg'e göre de zihin, küçük, öfkeli insanlarla doludur. Bunun için bu alanda sizi kafanın içindeki küçük insanlardan daha iyi bir açıklamayla tatmin etmem gerekiyor. Demiştim ki, sizi kendiliknesnesi olarak kullanmaktan vazgeçeceğim zaman, benim kendiliğimde bir değişiklik olmuş olması gerekiyordu. Bu da iki şekilde olur: Biri, kendime başka kendiliknesneleri bulma ve bu yolla aynalanma ihtiyacımı giderme kapasitemi geliştirmem, sizin yerinize başka insanları koymam. Psikoterapinin iyi taraflarından birisi, terapistle yaşanan deneyime dayanarak, kendiliknesnesinin yerine başka bir kendiliknesnesi koyabilme ve onu kullanabilme kapasitesini geliştirmesidir. İkinci yol, kendi üzerime düşünme (self-reflection) kapasitemi geliştirmem, ki bu da kendi kendine eşduyum gösterebilme kapasitesini getirir. Yani kendimle eşduyum içinde olmalıyım. Yani hasta içinde benim içsel bir kopyamı, imagomu taşıyor demek yerine, önceden benim gördüğüm bir işlevi kendisinin üstlendiğini söyleyebiliriz. O işlev de, benim ona karşı eşduyum içinde olmam gibi, onun kendisine karşı eşduyum içinde olmasıdır. Bu, aynı şeyi farklı kelimelerle söylemek gibi görünebilir size, ama zihni küçük kopyalarla doldurmaktan daha anlamlıdır. Psikoterapide bizim genelde elde ettiğimiz şey, birincisidir. Yani hastalar kendiliknesnesi olarak terapistin gördüğü işlevi görebilecek başka insanları kullanabilmeyi öğrenirler. Psikanalizde ise işin içine hikâye ve kişisel geçmişi de katıyoruz. Böylece daha uzun vadede kendilerine karşı eşduyum gösterebilme kapasitelerini geliştiriyorlar.
Ne zaman ve nasıl terapist hasataya karşı eşduyum gösteriyor ve ne zaman ve nasıl hasta bu işlevi kendisi için görebilmeye başlıyor? Tek bir bakış açısından bakarsak, ne zaman bir tıkanma ya da bir hata olmuşsa analizde, bu her zaman eşduyumla ilgili bir hatadır. Bu anlamda eşduyumsal hatalar terapi yapabilmenin gereğidir. Çünkü ancak eşduyumsal hatalar olursa hasta bu işlevi kendisi yerine getirmeye başlar. Bir keresinde bir öğrencim sormuştu: ?Bir hastanıza karşı sürekli eşduyum gösterirseniz ne olur?? Ona dedim ki, ?hiç merak etme, ister istemez eşduyumda bir hata olacaktır?. Bunun iki sebebi var: Birincisi, gerçekten ikizi olmadıkça hiçkimseye karşı mükemmel davranamazsınız. İkincisi de, geçmişinden dolayı hasta zaten eşduyumsal hataya yol açacak bir sahne hazırlayacaktır. Tedavideki bütün hastalar yanlış anlaşılma konusunda ısrar ederler.
CONNİE GOLDBERG
Kohut'la ilişkime geçmeden önce size biraz kendi profesyonel gelişimimden ve Kohut'la nasıl tanıştığımdan bahsedeyim. Profesyonel eğitimim klinik sosyal hizmet uzmanı olaraktı ve Chicago'dan olmama rağmen Colombia Üniversitesi'nde okudum. 1961-1963 yılları arasında aldığım eğitim, klasik bir psikanaliz eğitimi içeriyordu. Sosyal hizmetin genelde psikanalizle biraz gelgitli bir ilişkisi var. Bunun için bir miktar psikanaliz öğrendik ama çok fazla değil. Sosyal hizmet uzmanı olarak Amerika'da bizden beklenen terapist olarak çalışmamız değil, ?gerçek sorunları? olan kişilerle sosyal hizmet vermemizdi. Biraz tuhaf bir eğitimdi bu, sosyal politikalarla ilgili eğitim aldık, ekonomi kuramıyla, sosyopolitik tarihle ilgili eğitim aldık, sonra da biraz Freud'la ilgili eğitim aldık. Alanda çalışırken Freud'la ilgili aldığımız eğitimi, ego psikolojisiyle ilgili aldığımız eğitimi kullanmamız ve alanda karşılaştığımız sorunlara bunları uygulamayı öğrenmemiz bekleniyordu. Tahmin edersiniz ki, bu her gün elimizi taşın altına sokarak yaptığımız bir işin üstüne biraz yapay bir şekilde kuramsal bir katman eklemek gibiydi. Bunları birleştirmek biraz tuhaf ve zordu, çünkü yaptığımız şeyle Freud'un söylediklerini, yaptıklarını bağdaştırmak kolay değildi. New York'da eğitimimi bitirince, Chicago'ya döndüm ve çocuklara danışmanlık hizmeti veren bir merkezle çalışmaya başladım. Bu merkezin adı Gençlik Araştırmaları için Enstitü idi. Bu işi seçtim çünkü burada çalışan sosyal hizmet uzmanlarına psikoterapiyle ilgili daha ileri eğitimler verildiğini duymuştum, ve benim yapmak istediğim de psikoterapiydi. Bu merkezde psikologlar, psikiyatristler ve sosyal hizmet uzmanları vardı. Aralarında çok net bir işbölümü vardı: Sadece psikologlar ve psikiyatristler çocuklarla çalışabiliyordu, sosyal hizmet uzmanları da ancak onların anne babalarıyla çalışabiliyorlardı, çünkü çocukların sosyal hizmet uzmanları için fazla karmaşık oldukları düşünülüyordu. Birkaç yıl sonra yetişkinlerle az çok bir işe yaradığınız kanıtlanabildikten sonra size bir ya da iki çocuk verecek kadar güveniyorlardı.
Burada beş yıl boyunca çalıştım. O sırada psikolojide egemen kuram ego psikolojisiydi. Bu çalıştığım yer de oldukça geleneksel bir yerdi. Orada 1963 yılından 1968 yılına kadar çalıştım ve henüz Kohut ortalarda yoktu.
Hastalar görüyorduk, çalışanların kendi aralarında toplantılar oluyordu, teşhise yönelik uzun formülasyonlar yazıyorduk ve bunların hepsini ego psikolojisi perspektifinden yapıyorduk. Bunu yaparken çok zorlanmıyordum gerçi, ama bir şekilde çok da anlamlı gelmiyordu bana. Dört beş yıl burada çalıştıktan sonra Chicago'daki Psikanaliz Enstitüsü'nde bir yer açıldığını duydum ve buradaki işe başvurdum. Yine klinik sosyal hizmet uzmanı olarak. Enstitünün yönetiminde biraz alışılmadık bir sistem vardı. İki tane sosyal hizmet uzmanı bütün değerlendirmeleri yapıyordu. Değerlendirilenler de, öğrencilere verilecek olan eğitim vakalarıydı. Bunların hepsini ben ve oradaki diğer sosyal hizmet uzmanı arakadaşım görüyorduk önce. 1968 yılında ben enstitüye girdim. Orada bir ofisim vardı. Sonradan öğrendim ki Kohut'la aynı kattaymışız aslında. Ama ilk aylarda herkes benim için yeniydi ve özellikle Kohut'un orada olmasıyla ilgili bir fikrim yoktu.
Altı ay orada çalıştıktan sonra, 1968 Mayısı'nda klinik şefim enstitüdeki bazı çalışma arkadaşlarımla beraber beni de Amerikan Psikanaliz Birliği'nin Miami - Florida'daki toplantısına yollayacağını söyledi. Kohut'un da orada küçük bir gruba sunum yapacağını, ve benim de katılmak isteyebileceğimi belirtti. Söylediğine göre tek yapmam gereken Kohut'tan izin almaktı. Kohut'u sonraki sabah havuzun kenarında kahvaltı ederken gördüm. Gerçi koridorlarda karşılaşmıştık ama hiç tanışmamıştık. Kendimi tanıttım ve o günkü toplantıya katılmak için izin istedim kendisinden. Birçok zaman olduğu gibi çok sıcak ve dostane davrandı bana ve tabii ki gelebileceğimi söyledi. Öğleden sonra toplantının yapılacağı odaya gittim, boyutları aşağı yukarı bu oda kadardı. İçeride 25-30 analist vardı, küçük bir gruptu. Kapısına gittim, yaka kartımda Connie Goldberg, sosyal hizmet uzmanı yazıyordu. Kapıdaki analist bana bakıp bu toplantının sadece analistler için olduğunu söyledi ve bu konuda anlayış göstermemi istedi. Kohut beni görünce koşa koşa kapıya geldi ve ters bir şekilde analist kapıcıya beni içeri alması gerektiğini söyledi, ve beni alıp oturacağım yere kadar götürdü. Bütün hayatım boyunca hatırlayacağım bir gündü bu. Toplantı saat 16:00?da başladı ve üç saat boyunca saat 19:00'a kadar Kohut aralıksız konuştu. Ben kendisini ilk defa dinliyordum. Onun karizmatik sitiliyle ilk tanışmamdı. Müşiş bir yoğunlukta ve müşiş bir hevesle yeni fikirlerinden ve kendilik psikolojisinden bahsetti. Yeni kitabı henüz yayınlanmamıştı, yayınlanmak üzereydi ve fikirlerini ilk defa meslektaşları üzerinde denemek ister gibiydi.
Benim için müşiş bir deneyimdi bu, çünkü ilk kez psikanalitik kuramların anlamlı olduğunu ve bunu klinik çalışmamda kullanabileceğimi, deneyime yakın olabileceklerini hissettim. Daha sonra birçok kere dinleyecektim kendisini. Bu konuşma biçimiyle ilk karşılaşmamdı. Bir noktadan başlıyordu ve ondan sonra başladığı yeri detaylandırıyordu. Daha sonra hiç, başladığı yere, anafikre dönmeyecekmiş gibi geliyordu insana, ama birdenbire sihir gibi tekrar oraya dönüyordu ve konunun etrafında bir ağ örmüş oluyordu. Bu kendilik psikolojisiyle ilk tanışmamdı ve o zamanlar bunun hem özel hayatımda hem de profesyonel hayatımda ne gibi bir rol oynayacağını henüz bilmiyordum.
Enstitüde çalıştığım sıralarda her fırsatta Kohut'un derslerine giriyordum. Enstitüde sosyal hizmet uzmanı olarak çalışmanın avantajlarından biri, her derse girebiliyor olmamızdı, çünkü aslında enstitü resmi olarak sosyal hizmet uzmanlarını analist olarak yetiştirmiyordu. Burada enteresan başka bir şey var. Enstitüde eşimle tanıştım. Eşim enstitünün mezunu ve o sırada eğitim üyesiydi. Orada analist adayıyken süpervizyonunu Kohut'tan almıştı. Kohut'un yayın, yazı ve fikirlerini tartıştığı küçük bir grubun da üyesiydi. Kohut her yeni projesinde bu grubu toplar, upuzun toplantılar yapardı ve elyazmaları üzerine uzun tartışmalara girerdi. Grupta eşim, Paul ve Anna Ornstein, Ernest Wolf, Michael Basch, David Marcus ve John Gedo vardı. Toplantılar genelde bizim evimizde oluyordu ve uzun saatler sürüyordu. Ondan sonra hep beraber akşam yemeği yeniyordu. Bu akşam yemeği de bizim evimizde ya da Kohut'ların evinde oluyordu. Bu da başka bir konuyu açıyor.
Kohut tabii çok yoğun çalışan bir insandı, ama yemek toplantılarını çok severdi. Arkadaşlarıyla biraraya gelme konusunda sabırsızlanırdı ve yemek konusunda da çok özenliydi. Özellikle şaraba çok dikkat ederdi. Bir espri olarak, Kohut'un şarabın Rhein'ın hangi tarafından geldiğini bile anlayabileceğini söylerdik. Bir gün bizim evde yine onun getirdiği ya da önerdiği şarabı içiyorduk, bardağı tutuşum hakkında beni uyardı, bardağı başka türlü tutmam gerektiğini çünkü bu şekilde tutunca beyaz şarabı ısıttığımı söyledi.
Toplantılardan birinde kızım Sarah da vardı. O zamanlar altı aylıktı. Kohut kaç yaşında olduğunu sordu, altı aylık olduğunu söyledim. Kıza bayılmıştı. Onlar ayrıldıktan sonra eve altı tane dev gül geldi. Üzerinde ?altı ay doğumgünü için Sarah'ya? yazıyordu.
Bu yemeklerden birinde Kohutlar'daydık. Çok güzel, keyifli bir yemekti. Kohut sanki güzel bir şeye kadeh kaldıracakmışız gibi bir anda ayağa kalktı, ama aniden ciddileşti ve bize bir duyuru yapacağını söyledi. Gruba önemli bir karar açıkladı. Bundan sonra ?selfobjekt? (kendiliknesnesi) kelimesinde araya konan küçük çizgi kaldırılacak ve tek kelime olacaktı. Bu aslında ilginç bir andı, çünkü bunu eğlenceli bir şey gibi söylüyordu ama bunun kendisi için had safhada önemli olduğunu da biliyorduk. Zannedersem biriniz bana Anna Ornstein'in çizginin ortadan kalkmasının öneminden bahsettiğini söylemişti. Kohut için bitişik kelimenin önemi, kendiliknesnesi kavramıyla kastettiği şeyi daha iyi temsil ediyor olmasıydı.
Kohut fikirlerini çalışma arkadaşlarına aktarmakta çok hevesliydi. Bu arkadaşlarından herhangi biri anlattığı şeyi anlamak için ciddi bir çabaya giriyorsa, ona çok vakit ayırır ve ona açıklamalar yapmaya çalışırdı. Eğer meslektaşlarından biri, fikirlerine katılmıyor ya da ilgilenmiyorsa, söylediklerini ciddiye almıyorsa, o da çok sertleşirdi ve bu kişiden uzaklaşırdı.
Kuramın yayılması konusunda da gelgitleri vardı. Bir yandan kendisi herşeyden evvel bir psikanalisti, fikirlerinin geniş psikanalistler dünyası tarafından anlaşılıp, bilinmesini istiyordu. Başka şehirlerden birilerinin kendi fikirleriyle ilgilendiğini ve bu konuda daha çok şey öğrenmek istediğini duymak kadar onu mutlu eden başka bir şey yoktu. Ama her zaman da psikanalist meslektaşları için yazardı. Chicago'da olmaya başlayan enteresan bir şey, başka alanlardan insanların, özellikle de sosyal hizmet uzmanlarının ve danışmanlık hizmeti veren rahiplerin de kendilik psikolojisi ile ilgilenmeye başlamalarıydı. Kendilik psikolojisi dürtüler, içten gelen güçler yerine kişinin bütününü ele aldığı, bütün kendiliğe ve kendiliğin deneyimine odaklandığı için, hem klinik sosyal hizmetle hem de rahiplerin verdiği danışmanlık hizmetiyle doğal bir uyumu vardı.
Danışmanlık hizmeti veren rahipler aslında din eğitimi almış kişiler, ama danışmanlıkla ilgili seminerler tamamlıyorlar ve böylece çalışmaya başlıyorlar. Dini danışmanların kendilik psikolojisine ilgi göstermelerinin sebeplerinden biri kişinin bütününü ele almasıydı, ama başka bir sebep de Kohut'un Freudyen psikanalistler kadar dine karşı olmamasıydı. Kohut dinin insanların hayatında pozitif bir etkisi olabileceğine Freud'dan çok daha fazla inanıyordu. Dolayısıyla klinik sosyal hizmet uzmanları, dini danışmanlar ve psikologlar yazdıklarıyla çok ilgilendiler. Kohut bir taraftan bu ilgiyi teşvik etti, diğer taraftan şunun da farkındaydı: Analist olmayan kişiler buna ilgi göstermeyi arttırdıkça, analist olanların ilgisi azalacaktı çünkü dışarıdan analize soyunanların kuramları sulandırdığını düşüneceklerdi. Bunun sebeplerinden biri, analistlerin kuramların sadece ve özellikle psikanalize uygulanabilir olmalarını istemeleri ve başka tür kullanımların kuramların değerini düşürebileceğini düşünmeleriydi. Özellikle klinik sosyal hizmet uzmanları Kohut'u okurken bunları kendileri için yazılmış olarak algıyorlardı, çünkü tam da yaptıkları işe uyuyordu. ?Biz zaten bunu yapıyorduk ama elimizde bir kuram yoktu?, diyorlardı.
Kohut'la, benim sosyal hizmet uzmanı olmamla ilgili de doğrudan bir deneyimim oldu. Illinois'da küçük bir şehirden bir sosyal hizmet uzmanı gazetede kendilik psikolojisi ile ilgili bir makale yayınlamak istiyordu ve Kohut'la temas kurmuştu. Kohut'un birçok yere cevap yazması gerekiyordu. Onun için de benden bu kişiye bir cevap yollamamı istedi. Ben de tabii ki yapabileceğimi söyledim. Kabul ettiğimde bunun son olmayacağını biliyordum. Bir taraftan da çok kontrolcü bir kişiydi. Yazdıklarımı kendisine verdim, birkaç küçük düzeltme yaptı ve yollayabileceğimi söyledi. Ama bir yandan da biliyordum ki bunu bana verme sebeplerinden birisi, kendisinin başka anlistlerin sorularını cevaplamayı, onlarla temas kurmayı tercih etmesi ve bunu kendisi için biraz aşağı görmesiydi.
Belki duymuş olabileceğiniz bir şey, Kohut'la ilgili kafa karıştıran meselelerden biri de Musevi kimliğiydi. Chicago'da Kohut'un meslektaşlarının çoğu Museviydi. Hepimiz Viyana'dan Naziler yüzünden ayrıldığını biliyorduk. Ama Kohut geçmişi konusunda çok belirsiz konuşurdu ve doğrudan sorulduğunda da büyükanne ya da büyükbabalarından birilerinin Musevi olduğunu söylerdi. Ölümünden yıllar sonra, özellikle de Charles Strozier'ın yayınladığı harika araştırma, ?Bir Psikanalistin Doğuşu ? Heinz Kohut'un Biyografisi? kitabı sayesinde Kohut'un anne ve babasının da, kendisinin de tamamen Musevi olduğu ortaya çıktı. Bir taraftan şunu sorabilirsiniz: Bu neden önemli, ne farkeder? Bazıları için bu hiç önemli bir mesele değildi, bazıları içinse hayati önemdeydi. Meselenin büyümesinin temel sebeplerinden biri, Kohut'un kuramlarında kendiliğin sürekliliğine çok önem vermesiydi. Çalışmalarındaki en net temalardan bir tanesi kendiliğin hikâyesinin açımlanması temasıydı. Karşımızda, kuramında bambaşka bir şey söyleyen, hayatı tam tersi olan bir kişi duruyor. Buna eylemde kabullenmeme, sahiplenmeme diyebiliriz. Bu kuramsal bir bilmecenin ötesinde bir şeydir, çünkü onun dürüst olmamasından ötürü bazı musevi meslektaşları kendilerini ihanete uğramış hissediyorlardı. Amerika'ya geldiğinde Kohut yepyeni bir hayata başlamış gibiydi, bu hayatta da o bir Musevi değildi. Musevi olmayan bir kişiyle, Elizabeş Kohut'la evlendi. Kendisi, eşi ve çocuğunun liberal protestan bir kliseyle gevşek ilişkileri vardı. Kendisini tanıyanlarımız çoğunlukla onun bunu görmezden gelmesine katıldık ve o kendini ne olarak sunuyorsa onu öyle kabul ettik. Bu zamanla enteresan bir hal aldı: Bazen Musevilikle ilgili en temel kavramları, mesela bayram günlerini, Yidiş dilindeki kelimeleri anlamıyormuş gibi olurdu. Ölümünden sonra, Prof. Strozier'ın araştırmasının sonucunda, sadece Musevi olmadığı, Musevi olmanın yanında bir de Musevi eğitimi almış olduğu, on üç yaş töreninin yapılmış olduğu ortaya çıktı. Bütün bunlara rağmen Musevilikle ilgili bir şey bilmiyormuş gibi davranması daha da kafa karıştırıcı oldu. Benim bunu kavrayış biçimim, ki bu sadece bir fikir, Kohut'un kendiliğin bütünlüğüyle, hayat hikâyesinin sürekliliğiyle bu kadar ilgili olmasının sebebi, kendisinin bu bütünlüğü ve devamlılığı yakalayamamış olmasıydı. Kohut'la ilgili en büyük ikilemlerden biri buydu. Eşimle ben kendisini çok yetenekli görüyorduk ve onu tanımakta da şanslıydık. Etrafındaki bir çok insan gibi biz de bu ikilemle yaşamayı öğrendik, kendisini yüzleştirmedik. Bilgisinden ve bunu bizimle paylaşmasından mutluluk duyduk.
Kohut'la ilgili son bir not düşeceğim. Arnold'la ben filmini izlemiş olabileceğiniz Berkeley'deki konferanstaydık. Arnold sahnede, Kohut'un yanındaki panelistlerden birisiydi, ben de izleyiciler arasındaydım. Sonra hep beraber Chicago'ya uçtuk, o sırada Kohut çok hastaydı. Konferanstan önceki iki üç günü otel odasında çok kötü bir şekilde hasta olarak geçirdi. Bütün enerjisini o toplantıya gidebilip son defa fikirlerini sunabilme üzerine yoğunlaştırmıştı ve sanki kalan bütün enerji kırıntılarını o son an için topluyordu. Konferansta, kapalı bir şekilde de olsa, çok yakın olan ölümünden de bahsetti ve birkaç gün sonra Chicago'ya döndükten sonra üniversite hastanesinde öldü. Bu konuşma, kendi ölümünden bahsetme biçimiyle çok dokunaklı ve etkileyici bir konuşmaydı. Üzerinde durduğu şey, artık bitirebilecek durumda olduğu şeyleri tamamlamak, ölümle yüzleşmek, bunu yaparken de fazla üzülüp sıkılmadan, sükûnetini korumaktı. Benim için bu bir anlamda kaderin bir cilvesiydi. Kohut'la yollarımız kesişmişti ve bu hayatımın sonuna kadar değerli bir katkı olacaktı benim için.
SORU: Cenazesi nasıl bir cenazeydi? Protestan cenazesi miydi, Musevi cenazesi mi?
CG: Bu da bilmecenin bir parçası. Cenaze liberal protestan klisede oldu. Aslında tam da bir cenaze değildi, anısına yapılan bir toplantı gibiydi ve konuşmayı da kilisenin başrahibi yaptı. Kohut ile klisenin başrahibi çok yakın dostlardı ve konuşmayı onun yapmasıyla ilgili ölümünden önce anlaşmışlardı. Başka meslektaşları da kısa konuşmalar yaptılar. Rahip insanlığa katkılarından bahsetti, Dr. Basch profesyonel hayatından söz etti. Başka bir nokta da, Kohut'un, Chicago Üniversitesi'nin kütüphanesinde çalışan bir dostu vardı, aynı zamanda yetenekli bir müzisyendi ve cenazede orgu o çaldı. En dokunaklı tarafı, o kadar yas içindeydi ki zorlukla çalabiliyordu. Cenazeden sonra herkes Kohut'un evine gitti. Kohut'un eşi, oğlu Tom ve Tom'un eşi oradaydılar. Kohut'un oğlu Şomas'la ilgili söylenebilecek bir şey, kendisinin psikotarihçi ve aynı zamanda analist olduğu. Cincinnati Analiz Enstitüsü'nde çalışıyor, ama analist olarak değil, şu anda dekan.
Dikey yarık açısından Kohut:
CG: Kohut'un museviliğini sahiplenmemesinden bahsederken, bunun bir sebepten dolayı bir yarılmayla kendi kişiliğinin geri kalanından ayrıldığını varsayabiliriz. Biz de Arnold'la ve diğer çalışma arkadaşlarıyla beraber bunun üzerinde çok düşündük. Bunun altında bir sebep, bir motivasyon olduğunu biliyorduk. Bunların sonucunda tek bildiğimiz şey, her yarılmada olduğu gibi, oralarda bir yerlerde dayanılmaz, kişiliğinin geri kalanına entegre edilemez bir şeyler olduğuydu.
AG: Bir keresinde Kohut'a ?fikirleriniz nereden geliyor? diye sorduk. O da dedi ki, ?onları kendi içinizden çıkarmalısınız?. Vakalardan konuşurken kendi hislerimizden, hastaya ne yaptığımızdan ve hastanın bize ne yaptığından konuşmak önemli, çünkü kendilik psikolojisinde yaptığımız her keşif kendimizle ilgili bir keşiftir. Bir keresinde gerçeği söylemekle ilgili bir makale yazdım. ?Kendiliğin Analizi?nde yalan söyleyen kişilerle ilgili bir pasaj vardır. Bir keresinde Kohut beni arayıp, kendisinin yalanla ilgili nerede yazmış olduğunu sormuştu. Çok sonra anlaşıldı ki Heinz bir yalancıydı. Çünkü yalan söylemek hakkında ancak yalan söyleyerek birşeyler öğrenirsiniz. John Gedo da Kohut'un cinsel perversyonlar içinde olduğu konusunda ısrarlıydı. Kohut bize kendisinin bir bağımlı olduğunu da bir çok kereler söylemişti. Her zaman şu üzücü gerçeğe geri dönüyoruz: Patoloji hakkında ancak kendi patolojimiz yoluyla bir şeyler öğrenebiliriz. Akıntının dışına çıkamazsınız. Onun için de daha sonradan Mr. Z.'nin Heinz Kohut olduğu ortaya çıkınca oldukça açıktı ki, Mr. Z. olabilmek için Mr. Z. hakkında yalan söylemesi gerekiyordu, ve biz şanslıydık ki, anlamlandırabilmek için patolojisini kendi içinden çekip çıkarabilmişti. Sanırım benim de dikey yarık ve gerçeklikle bu kadar ilgili olmam, benim sürekli kafayı neyin gerçek olduğuna takmamla ilgili. Hepimizin dünyayı farklı gördüğünü biliyorum. Bunun için de sürekli anlamaya çalışıyorum, neden insanlar dünyayı benim gördüğüm gibi görüyor ya da neden kendi gördükleri gibi görüyorlar? Heinz Kohut'ta beni çeken de bu. Kohut'u eşimin tarif ettiği gibi parlak, karizmatik bir insan olarak görebilirsiniz. Bize karşı ve çocuklarımıza karşı olduğu gibi hem cömert hem sevecen olabilen bir insandı. Onu böyle görebilmenin tek yolu, bir taraftan da onu çok çok zor bir insan, yanında durulması imkânsız birisi, aşırı kendisiyle ilgili, çok sert bir insan olarak görebilmek.
CG: Biri bir kere Arnold'a Kohut'a nasıl katlandığını sormuştu. Arnold, ?onun ulusal bir değer olması yüzünden? demişti.
AG: Bazılarınız Paul ve Anna Ornstein'i burada dinleme şansına sahip olmuştu. Onlar Kohut'un iki farklı yönünün çok iyi bir örneğidirler. Paul Kohut'u tamamen idealize ediyordu ve onunla ilgili hiçbir hata kabul etmiyordu. Anna asla idealize etmiyordu Kohut'u ve Kohut'la ilgili çok az iyi şey bulabiliyordu. Onlar Kohut'un en iyi portresini oluşturuyorlar.
SORU: Burada kabullenmemenin iki düzeyde olabileceğini düşünebiliriz. Biri içsel, biri de toplumsal düzeyde. Bana öyle geliyor ki Kohut hiç toplumsal düzeyde ifade etmese de, kendi içinden bu sahiplenmemenin farkında gibiydi, çünkü bunun farkında olmasa dikey yarılmayla ilgili bu kuramla ortaya çıkamazdı.
CG: Diyorsunuz ki, kabullenmemesinin bir kısmı neredeyse bilinçli, sosyal endişelerden kaynaklı bir kabullenmeme olabilir. Yani içten bunu sahiplenmeme, o yarık daha az derinlikte bir yarık, ama dışarıya karşı kabullenmeme ön planda. Burada ilginç noktalardan biri, mesela Mr. Z. vakasını kim olduğunu gizleyerek yazdı, ve bu ayrıntılı olarak planlanmış bir gizleme. Bir keresinde Kohut ofisinden çıkmış ve Arnold'a demiş ki, ?şimdi kiminle konuşuyor olduğuma inanmayacaksın?. Arnold sormuş: ?Kiminle konuşuyordun?? Kohut yanıtlamış: ?Mr. Z. ile konuşuyordum.?
AG: Ama bu uydurduğum bir hikâye de olabilir!
SORU: Mr. Z. makalesini okurken şunu düşündüm: Bildiğim kadarıyla Musevilik anneden geçer ve Kohut'un da annesiyle ilgili çok acılı deneyimleri var. Kohut'un Museviliğini sahiplenmemesi bir taraftan da annesiyle arasına mesafe koyma çabası olabilir.
CG: Bence bu da o hikâyenin önemli bir kısmı. Kohut'un annesi hayatının sonlarına doğru Katolik olmuş, ama Kohut bunu daha erken olmuş gibi yansıtıyor genelde. Hayatının son dönemlerinde de annesinin psikolojik olarak da çok stabil olmadığını biliyoruz. Gerçekten annesiyle hayat boyu çatışmalı bir ilişkisi olmuştu ve Musevi olduğunu inkâr etmesi bununla ilgili olabilir.
AG: Heinz Kohut Chıcago'ya ilk geldiği zamanlarda bir hanımla ilişkisi varmış ve bu hanımla oldukça yakından ilgileniyormuş. Bu hanım ilerde evleneceklerini düşünüyormuş ve sürekli ?annenle ne zaman tanışacağım?? diye soruyormuş. Kohut birdenbire kendisiyle evlenmeyeceğini söylerken ilişkiyi bitirmiş. Hayatının bir kısmını her zaman ayrı tutmayı severdi kimsenin bilmediği bir taraf olsun isterdi.
CG: Bu toplantımızın ikinci yarısında, size görmüş olduğum sınır kişilik bir hastayı sunacağım. Bu vakayla ilgili, bir sosyal hizmet dergisinde yayınlanan bir de makale yazmıştım. Size yalnızca vakayı ve ardında yatan kuramsal düşünceyi biraz sunacağım. Makalenin yayınlandığı haliyle başlığı, ?Yorumlanmamış Öfke: Sınır Kişilikli Hastaların Tedavisinde Terapötik Birliği Korumak?. Bu makaleyi yazarken, sınır kişilikli hastalarda öfkeyi çalışmakla ilgili İki kuramsal yaklaşım kullandım. İkisinden de alıntılar okuyacağım size. Bu yaklaşımları bir süreklilik olarak düşünürseniz bunun bir ucunda Britanyalı analist Patrick Casement var. Alıntı şöyle: ?Düşüncenin dibine varılmadıkça son yoktur. Korkulan şey deneyimlenmedikçe sona ulaşılmaz.? Diğer uçta Kohut'tan bir alıntı var: ?Aslında bu vakalarda genellikle terapistin, patolojinin çekirdeğinden tamamen ayrılmış olmasının çok büyük önemi vardır. Eğer bu ayrışmayı sağlayamaz ve hastanın sanrılarının içine doğru çekilirse, hastanın psişesinin sağlıklı kalıntılarıyla, dolayısıyla terapötik kaldıracıyla, bağını kaybeder. Dolayısıyla psikoz ve sınır kişilikli hastalarla çalışırken terapistle gerçekçi ve dostane bir ilişkinin sürdürülmesi hayati önem taşır?. Yani sınır kişiliklerle çalışmak için burada iki düşünce biçimimiz var. Anlatacaklarıma bir çerçeve oluşturması için bunları söyledim.
Ofisimize her hasta girdiğinde, bir meydan okumayla karşı karşıya kalırız. Hastanın istediği nedir ve istediği bizim karşılayabileceğimiz bir şey midir? Kuramlarımız, kişisel özelliklerimiz ve deneyimden kazandığımız yeteneklerimizin hepsi biraraya gelerek, bizim belirli bir hasta için uygun terapist olup olmadığımızı belirler.
Bu sunumumun ana kısmını oluşturacak olan hastanın terapideki gösterdiği büyüme, temelde, herşeyden evvel benim olumsuz negatif aktarımı yorumlamamama dayanıyordu. Ben bunu ele alırken daha çok Kohut'tan yaptığım alıntıya uygun bir yaklaşım sergileyeceğim. İnanıyorum ki sınır kişiliklerle çalışırken yapılabilecek olan ve yapılması gereken, daha verimli bir terapiyi sağlayacak olan, pozitif aktarımı kaybetmemektir. Bu sunumumda, sözkonusu hastaların kendilikler bazen kendilerini bir tehlikeyle karşı karşıya hissediyor olsa bile, korkulan şeyle yüzleşmenin önemini sorgulamayacağım. Bunun yanında, bu korkulan yerlere girmenin geleneksel yöntemini de, yani aktarımın analizini de sorgulamayacağım. Bunun tek istisnası, Kohut'un bizi dikkatli olmaya davet bir notu: ?Bence şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer bir kendilik aktarımda savunmacı olmayan bir şekilde, erken gelişiminde ümitsiz bir hayal kırıklığından yüzünü çevirip yeni yollar bulmuş ya da en azından yeni bir yöne doğru kısmen başarılı adımlar atabilmiş olduğunu gösteriyorsa, bu patolojinin değil, kaynaklara sahip olmanın ve sağlıklılığın bir göstergesidir. Böyle bir kendiliği terapide, kendisini kurtarmış olduğu ve hayatının erken döneminde bağlarını koparmış olduğu bu alanlara doğru itmek, sadece başarısızlığa mahkum bir girişim değildir, aynı zamanda hastayı da anlamamış olmak anlamına gelir.?
Bazılarınız Micheal Basch'ı tanıyor olabilirisiniz. Micheal Basch kendilik psikolojisi perspektifinden psikoterapi ile ilgili çok önemli kitaplar yazmış bir kişi. Basch üç kitabında da sınır kişilikli hastaların davranışlarını ve ihtiyaçlarını tarif ediyor: ?Kendisini düşlem yoluyla ayakta tutma kapasitesi olmayan bir hasta için, hastanın kendisi ve kendisine düşman bir dünya olarak algıladığı şey arasında bir tampon bölge yoktur. Biyolojide ?kendini düzeltme eğilimi' denen şeyden mahrumdurlar. Hedefe yönelik davranışta dağılmayı ortadan kaldıracak yetiden yoksundurlar Uyaran kendilerine kolaylıkla çok fazla ya da eksik gelebilir, travmatize olabilirler, ve travmatize olduklarında kendi yaralarını sarabilme, iyileştirme yetisinden yoksun görünürler. Bebekliğin ilk aylarında anne ve çocuk arasında güçlü bir duygulanımsal bağ sağlanamaması durumunda, temel gerilimi kontrol edici mekanizmalar gelişmeyebilir. Yani duygusal girdiyi kontrol edecek, regüle edecek, uyaranın hem fazla hem de eksik gelmesini önleyecek mekanizmalar oluşamayabilir.?
Sınır kişilikli hastaları tedavi ederken önemli noktalardan biri, öfke meselesidir: Öfkenin kendini nasıl gösterdiği ve ne anlama geldiği. Sunacağım vakadaki hastanın müşiş öfkeleri, paranoid fikirleri ve neredeyse kendisini paralize eden panik durumları vardı. Bunların hiçbirisi de aktarımın incelenmesi yoluyla ya da terapinin gelgitlerinin yorumlanması vasıtsıyla aydınlatılmamışlardı. Bu öfke dolu, şüpheci düşüncelerin genelde terapistle ilgili olduğuna işaret eden şeyler olsa bile hiçbir zaman doğrudan terapiste yönelmiş değillerdi. Negatif aktarımla ilgili yorum yapılmaya çalışıldığında hasta herzaman bunun farkına varmamakla ve bunu inkâr etmekle karşılık veriyordu.
Vakanın adı Julie. Vakayı yazdığımda onu 3 yıldır görüyordum ve yaklaşık 2 yıl daha görmeye devam ettim. Julie 25 yaşında evli bir hanım. Genelde haftada bir görüşüyoruz. Zaman zaman haftada ikiye çıktığı oluyor. Yaklaşık 6 ayda bir de kocasıyla birlikte görüyorum. Kendisini bana, başka bir şehirdeki terapisti yollamıştı. Bu terapistle ergenlik döneminde ve daha sonra da yakın zamanda, evliliği yaklaştıkça girdiği ağır bir depresyonda görüşmüştü. Evlenmeden 6 ay önce müstakbel kocasıyla biraraya gelmek için Chicago'ya taşındı ve beni görmeye başladı.
Hasta çok zayıf, modaya uygun bir şekilde giyinmiş bir hanımdı. Görüntüsüne çok önem verdiği, özen gösterdiği belli oluyordu. Ancak sonuçta ortaya çıkan sunumunda sahte, kopuk bir taraf vardı. Kendini sunma biçimi, çekirdekte sağlıklı, canlı ve kendine güvenli bir doyumdan yayılıyor gibi değildi. Daha ziyade çok kırılgan bir kendilik duyumundan yayılır gibiydi. Bütün bu manken gibi görüşünde kopuk bir taraf vardı ve bu dış hazırlığın kimin için yapıldığını, eğer kendisi için yapıyorsa, ne amaca hizmet ettiğini merak ettim Julie bana birçok belirtiyle başvurdu. Bunların arasında panik ataklar, agorafobi, uyku bozukluğu, yutma zorluğu, nişanlısına öfke dolu saldırılar, müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine öfke dolu saldırılar vardı. Ayrıca depresyon ve obsesif fikirler de mevcuttu. Julie durumu tarif etmeye başladığında, gerginliği neredeyse elle tutlur somutluktaydı. Altı ay sonra Jim'le, kolejdeki erkek arkadaşıyla evlenecekti ve üç yıldır çıkıyorlardı. Kendisine evlenme teklif ettiği zaman çok karışık duygular içinde olduğunu hatırlıyor. Romantik bir yerde kendisine çok güzel, elmas bir yüzük sunmuştu Jim. Ve hepsi de sonu baştan belli bir senaryo gibiydi. Bir yandan evlenmek için çok genç olduklarını düşünüyordu, öte yandan da hayatının geri kalanını Jim'siz geçirmeyi düşünemiyordu.
Julie kolej hayatını ?muhteşemdi?, diye tanımlıyor, bu da tam evlenmek üzereyken geçirdiği zamanın tersi onun için. O dönemde kendisi için en önemli olan şey, hiçbir sorumluluğunun olmaması. Onun kadar az derse girip koleji bitiren birisiyle hiç karşılaşmamıştım. Daha sonra o notlarıyla bir devlet üniversitesine girmeyi başardı. Okuldaki zamanını genelde alkollü partilerde ve köpeğini kampüste gezdirerek geçiyordu.
Jim'in başka kadınlara olan ilgisi konusunda kendisini paronoid olarak tarif ediyor. Bununla ilgili Jim'le arasında birçok sahne yaşanmış. Kendisi bu dönemlerde öfkeli oluyor. Gerçekten sevip sevmediğini sorguluyor Jim'in. Jim de onakendisini sevdiğine dair güvence vermeye çalışıyor, ama hiçbir şey onu yatıştırmaya yetmiyor. Bu tartışmalar evlendikten sonra da devam etmişti. Terapinin çok ilerleyen safhalarında, kendisini güvende hissettiren tek şeyin, kendi duygularını kendisinin kontrol edebilmesi ve bunların tartışmaya dökülmemesi olduğu ortaya çıktı.
Bu süreç içinde hiçbir zaman kendine ait bir hayatı olamayacağı, bu evliliğin kendisine dayattığı hayatı yaşamak zorunda olduğu duygusunu taşıyor. Kayınvalidesi de ?müstakbel gelinim? diye kendisini etrafta dolaştırıp arkadaşlarına gösteriyor ve o da bu güzel, bakımlı görüntüyü sürekli korumak zorunda hissediyor kendisini. Terapinin ancak çok ileri safhasında Julie kayınvalidesi ve kayınpederinin çok destekleyici bir çevre oluşturuyor gibi görünmekle beraber, aslında kendisini kullandıklarını, sadece onunla gösteriş yapmak istediklerini farkedebildi. Kişisel geçmişi de çok rahatsız edici hikâyelerle doluydu ve terapinin ilk ayları bunları bana anlatmasıyla geçmişti. Bundan da anlaşılıyordu ki, yalnız müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine değil, kendi ailesine de çok yoğun bir öfkesi vardı.
Üç çocuğun en küçüğü Julie. En büyük çocuk evlat edinilmiş bir kız. O sıralarda çocukları olamayacağını düşünüyormuş annesiyle babası, daha sonra ağabeyi doğmuş, ve en son olarak da Julie. Ebeveynlerinin patolojisi çok yavaş bir şekilde, zamanla ortaya çıktı. Alttan alta işleyen, ama sonuçta çok ağır etkileri olan bir durum söz konusuydu. Baba bütün terapi boyunca gölgede bir figür olarak kaldı. Kendi aile işlerinde çalışıyordu ama burada bir türlü yükselmeyi başaramamıştı. Kendi işleri olmasına rağmen kenarda kalmış bir figürdü. Julie annesini tamamen hiçbir şeyle başedemeyen, hayatla başa çıkamayan bir insan olarak görüyor. Daha çok küçük yaşta, 8-9 yaşlarındayken bile ailecek çıkılacak gezileri onun planlaması gerekiyor, nasıl gidilecek, nerede kalınacak, bunların hepsini Julie'nin ayarlaması bekleniyor. Eve gelecek her mobilya satın alınmadan önce Julie'nin onayından geçmeli. Tüm bunların yanında, Julie'nin en çok bahsettiği şeylerden biri uyku sorunuydu ve annesi de çok ağır uykusuzluk . Gecenin bir yarısı elektrikli süpürgeyle evi süpürüyordu. Julie de sıklıkla gecenin bir yarısı çalışan bu süpürgenin sesini hatırlıyordu.
Ergenlik yıllarının kabaca bir resmini o sıralarda çok yoğun bir şekilde cinsel eyleme koymaları var. 16 yaşındayken hamile kalıyor, çocuğu aldırıyor ve kürtajı da kendisi ayarlıyor. Julie Musevi bir ailenin kızı, ama bu hamile kaldığı kişi okuldan arkadaşı, zenci bir genç. Annesini güvenemeyeceği bir kişi olarak algılıyor Julie, çünkü bir türlü onun dikkatini çekmeyi başaramıyor, annenin dikkati her zaman başka yerde. Aslında Julie küçükken annenin yaşadığı problemler, Julie'nin şu anda yaşadığı problemlere çok benziyordu, ve bunun farkına varmak Julie için çok rahatsız edici oldu.
Julie'yi gördüğümde edindiğim temel izlenim, kaygı, obsesif kompülsif belirtiler ve sayılan bütün semptomlar yüzünden kendilik bütünlüğü o kadar tehdit altındaydı ki, kendini sürekli tehlikede hissediyordu. Daha ilk görüşmelerde Julie'nin ilaç kullanması konusunda da bir değerlendirmeden geçmesi gerekliliğini gördüm ve çalıştığım yerdeki psikiyatriste yolladım kendisini. Terapinin daha ilerleyen zamanlarında, eski terapistinin kendisine hiçbir zaman ilaç önermemesi ve bu konuda cesaretini kırması konusunda öfkelendi. Benim onu bu değerlendirme için bir psikiyatriste yollamam kendisi için rahatlatıcı olmuştu. Antidepresan, anksiyolitik ilaçlar kullanmaya başladı ve terapi boyunca bu ilaçlara devam etti. Birçok defa doz ayarlamsı gerekti. Özellikle uyumasına da yardımcı olan anksiyolitik ilaın dozunun zaman zaman düzenlenmesi gerekiyordu.
Tedavi sürecinde kaygı zamanla arka plana karıştı ve depresyon öne çıktı. Kendi ifadesine göre, kendini bildi bileli depresyondaydı ve annesinin de ağır bir depresyon içinde olduğunu tahmin ediyordu.
Julie'nin duyguları çok değişken ve ne yapacağı önceden tahmin edilemiyor, herhangi bir şekilde incindiği zaman öfke içinde bir saldırıya geçiyor ve kendini incinmiş hissetmesi de çok kolay. Mesela birisi arabasını kendi arabasının fazla yakınına park ettiği zaman bile öfkelenebiliyor. Özellikle kişisel alanına girilmesi konusunda çok hassas. Bu sırada Julie bir sanat galerisinde çalışıyor ve işyerinde de arada bir böyle patlamaları oluyor. Özellikle Jim'e karşı olan öfke patlamalarından dolayı çok endişeli, çünkü ona gereğinden fazla yük olduğunu düşünüyor. Ama başka alanlarda öfkesinin doğurabileceği sonuçlarla ilgili de tuhaf bir ilgisizliği vardı.
Terapide bir süre boyunca öfkesinin bana yönelik olan kısmından bahsetmekten kaçındı. Bununla ilgili bir yorum yaptığımda, ?dışarıda öfken gösterdiğin zaman bu aslında bana yönelik bir öfkeydi?, dedim. Bunu asla kabul etmedi ve kafası karışmış gibi göründü. Onu yolundan çıkarmışım gibi tepki verdi. ?Hayatımın en kötü gününü geçirdim. Bu hafta benden fazladan bir gün işe gelmemi istediği için patronuma bağırmaya başladım. Eğer o sırada bir müşteri gelmeseydi sanki hiç duramayacaktım. Daha sonra Jim aradı ve temizlemeciden giysileri almamı istedi. Benim kim olduğumu zannediyor? Patladım. Eve gelirkende başka bir arabanın sürücüsü önümü kesti, onu da duvara yapıştırmak istedim. Herkes benden çok fazla şey bekliyor. Ben sadece rahat bırakılmak istiyorum. Hayatımın benim için ne kadar zor olduğunu kimse farketmiyor mu??
Şöyle cevap verdim: ?Öyle görünüyor ki bugün herkes tarafından baskı altına alınmış hissetmişsin kendini ve hiçkimse de taleplerinin sana ne hissettirdiğini farketmemiş. Belki bugün buraya gelmekle ilgili de öyle hissediyorsundur. Sonuçta bu da sana yönelik bir talep.? Julie kafası karışmış görünüyor ve şöyle diyor: ?Hayır, bunun burayla ya da sizinle hiç ilgisi yok, sadece hayatım yolunda gitmiyor. Burası hepsini çıkarabileceğim tek yer. Buraya gelmek zorundayım çünkü bu insanların bana nasıl hissettirdiğini bir tek siz anlıyorsunuz.?
Julie'nin yaptığı tipik şeylerden biri, seanslara pek de doğru cevabı olamayacak ikilemlerle başlamak ve bu ikilemlerde benim doğruyu bulmamı beklemekti. Onu henüz pek iyi tanımıyorken bunlardan çok rahatsız oluyordum, kendimi köşeye sıkıştırılmış hissediyordum ve terapist olarak beni yanlış kullandığını hissediyordum. Benzer bir şekilde, işbirliği içinde Julie'yi gördüğümüz psikiyatrist de aynı hislerden bahsetti ve bunu ?hastanın kendisini manipüle etme ihtiyacı' olarak tanımladı. Bu psikiyatrist yorumları Julie'ye yaptığında da tamamen kafası karışıyordu. Psikiyatriste tahammül etmeye devam etmesinin tek sebebi ona karşı bir iyi niyet besliyor olmasıydı, çünkü psikiyatrist başlarda ona çok yardımcı olmuştu. İlerleme kaydedebilmemiz için, önce benim onun içsel durumuyla bir eşduyum sağlamam gerekti. Ancak ondan sonra yol katedebildik. Emin olmamasının, kendisini kaybolmuş hissetmesinin, iki seçenekten birisini seçememesinin, kendisi için ne kadar zor olduğunu söylediğim andan sonra, o da bunun üzerine düşünmeye, konuşabilmeye başladı. Bilmecelerin odağı genelde fiziksel durumuyla ilgiliydi. Mesela boğazı ağrıyorsa, sormaya başlıyordu: ?Acaba yarın işe gitmeyip evde mi kalsam? Acaba bu gece erken yatsam, yarın işe mi gitsem? Zor da olsa kendimi zorlasam mı gitmek için? Dahiliyeciyi mi arasam acaba??
Bütün bu alternatifleri, karar verememesini konuştuğumuzda bunlar ona çocukken annesinin bütün kararları kendisine bırakmasını hatırlattı. Arada bir de benim de boş bulunup fikrimi söylediğim olurdu. Mesela, ?hakikaten yarın işe gitmesen iyi olur?, derdim. O zaman da, ?hayır, hayır bu hiç iyi olmaz?, derdi. Bir süre sonra anladım ki, hiçbir zaman aslında istediği bir cevap, benden bir şey öğrenmek, bir şey almak değildi.
Tabii bir süre sonra kendi duygularımla da çatışmaya başladım. Kendimi işe yaramaz hissediyordum. Konuştukça ortaya çıktı ki, bu muhtemelen Julie'nin de deneyimiydi. O da kendisini öyle hissediyordu. Nereye gideceğini, ne yöne sapacağını bilmiyordu. Ben kendisine ancak kendisini kayıp hissettiğine, bütün seçeneklerin eşdeğerli göründüğüne dair bir yorum yapınca kendisini anlaşılmış hissetti.
Bir noktada psikiyatristiyle görüştük. Şöyle bir şey düşündük: Eğer bir psikolog ona bir takım testler verirse, psikiyatriste Julie'yi daha iyi tanıdığı hissi verebilirdi. Bunu Julie'ye önerdiğimiz zaman bu onun da ilgisini çekti. Testler bitip rapor yazılınca Julie bu raporu okumak istedi. Psikiyatristi ve ben, başta okursa acaba rahatsız olur mu diye düşündük. Öte yandan bizim etik sistemimize göre bu toplanan veri Julie'ye aitti. Şöyle bir çözüm ürettik: Julie bu raporu benimle beraber okuyacaktı. Gerçekten de bir seansı buna ayırdık. Julie oturdu, çok yavaş biçimde raporu okudu. Çok uzun bir rapordu: Dört sayfa, tek aralıklı basılmış. Bunun tamamını okumayı bitirince Julie şöyle dedi: ?Bu hayatımda başıma gelen en önemli şey.? Ben bu raporu okumanın kendisinde büyük bir dağılmayı başlatabileceği korkusunu taşıyordum. Ondan böyle bir yorum gelince rahatladım. ?Bundan biraz daha bahset?, dedim. Gözlerinde yaşlarla, raporun aslında bir felaket olduğunu söyledi. ?Ama ben bunları her zaman biliyordum, şimdi ise bildiklerimin doğru olduğunu biliyorum.? Ondan sonra uzun uzadıya kendisiyle ilgili deneyiminin onaylanmasının nasıl bir his olduğuna dair konuştuk. ?Her zaman bu belirtileri dikkat çekmek için yapardım, şimdi de anlamlarını görüyordum?, diyordu. Psikiyatristi ve bana duyduğu şükranı belirtti ve bizim bu sonuçları bilme ihtiyacını anlayabilmiş olduğumuzu söyledi. Bu olayın sonunda Julie'nin kendilik duyumunda çok büyük bir güçlenme oldu. Bu güçlenmenin sebebi de, kendisini sorunlu ve acı içinde deneyimlemesinin artık bir yarıkla ayrılmış olmak yerine birleştirilmiş olmasıydı. İlginç bir şekilde başka genç kadınlarla arasında akrabalık hissinde, Kohut'un tabiriyle söylersek ikizlik hissinde bir artış oldu. Her zaman kendisini başkalarından çok farklı olarak hissetmişti. Halbuki şimdi, bu sonuçları kağıt üzerinde gördüğü zaman, kendi çektiği zorlukları başkalarının da çekebileceğini düşünüyordu.
Makalenin büyük bir kısmını atladım çünkü çok uzun. Buradan çıkan esas sonuç şuydu: Terapiyle ilgili yaşadığı sorunları, yani aramızdaki negatif aktarımı konuşmak hiçbir işe yaramayacaktı, verimsiz olacaktı. Ancak beraber onun terapi konusunda yaşadığı zorlukları konuşabildiğimiz zaman ilk defa olarak yanında birisi olduğunu hissetti. Her terapide aslında hasta sürekli bir süpervizyon veriyordur ve geribesleme sayesinde teknik olarak hangi yolu seçeceğimize karar veririz. Son olarak da, negatif aktarımın yorumlanması idealize kendiliknesnesiyle ilişkiyi bozar ve Julie'nin durumunda bundan her şekilde kaçınmak gerekiyor.
SORU: Julie'nin bize gösterdiği ilerleme belki de şundandı: Önceden başkalarının gürültüsü çok yıkıcıydı. O gürültünün arasında kendi sesini duyamıyordu. Sizin vasıtanızla kendi içinden gelen kendi sesini duyabilmeye başladı. Ben de varım ben böcek değilim diyebildi.
CG: Dün Arnold da terapide biçim ve içerikten bahsetmişti. Bazı hastalar için biçim en az içerik kadar önemli olabiliyor. Julie için de, terapinin düzenliliği çok önemliydi. Kendiliği o kadar kırılgandı ki, ancak düzenlilikle kendini birarada tuttu. Düzenli bir şekilde geliyor olmayı çok iyi bir şekilde kullandı. Hiçbir zaman gecikmedi, hiçbir seansını iptal etmedi. Tedavisinin bir kısmını da bu oluşturuyordu. Bunu düşünürken aklına hep annenin süpürgesi geliyordu. Annenin gece yarısı elektrikli süpürge çalıştırması, onun kırılgan kendiliğine bir saldırıydı ve terapi de bununla güzel bir kontrast oluşturuyordu. Terapisi sessizdi, sakindi ve anlaşıdığı bir yerdi.
SORU: Normal gelişimde kendiliknesneleriyle olan ilişkide kırılmalar, optimal hayal kırıklıkları yaşanır. Terapide de optimal hayal kırıklıkları yaşanabilmesi, dolayısıyla hastanın kendine yetebilecek hale gelebilmesi için negatif aktarımın yorumlanması gerekmez miydi?
CG: Tedavide de zaman zaman eşduyumda aksamalar oldu. Kohut'un dediği gibi, bu aksamalar optimal zamanlamalarla olursa dönüştürmeli içselleştirmelere yol açarlar. Her hasta için şunu düşünmemiz lazım: Eşduyum hatası nedir? Herkes için farklı olabilir. Mesela Julie için, öfkesinin aslında bana yönelik olabileceğini söylediğim zaman, bu onun açısından eşduyumda bir hataydı. Buna benzer sınır kişilik vakalarında Kohut'un savunduğu, negatif aktarımın yorumlanmasının yıkıcı olabileceği ve bundan kaçınmak gerektiğidir. Unutmamamız gerekir ki, bu vaka bir narsistik kişilik bozukluğu ya da narsistik davranış bozukluğu vakası değil, bir sınır kişilik vakası. Kohut'a göre olumsuz aktarımın yorumu terapötik birliği zedeleyebilecek bir şey. Tabii birçok kişi bu fikre katılmayabilir. Örneğin, az önce alıntısını okuduğumuz Casement. Ben Kohut gibi, aslında birliğin devamının bu tür hastalarda en önemli şey olduğunu düşünüyorum. O nedenle de olumsuzlukları yorumlamaktan kaçınmak gerekebiliyor. Birkaç yıl önce bu vakayı bir kendilik psikolojisi konferansında sunduğumda birçok kişi bana karşı çıktı ve yaptığım şeyin sonuçlarından emin olmak için henüz hastayı yeterince uzun süre görmediğimi söylediler. Bana orada söyledikleri bir şey, tedavinin daha ileri aşamasında er ya da geç Julie'nin güçleneceği ve bu analizdeki, yani ikimiz arasındaki zor meseleleri konuşacak noktaya gelebileceğimizdi. Ama ben Julie'yi 2 yıl daha gördüm ve 5 yıl sonunda tedaviyi tamamladı. O sırada kendisini çok iyi ve iyileşmiş hissediyordu. Böyle hissederken ben buna karşı çıkmanın ya da sorgulamanın gereğini görmedim.
Julie'nin temel korkularından biri ileride kendi çocukları olmasıydı. Anne olarak işlev göremeyeceğini düşünüyordu, çünkü önünde çok kötü bir anne örneği vardı ve gereken ilgiyi çocuklarına veremeyecek olmaktan korkuyordu. Julie'yi takip etme şansım oldu. Her yıl Noel'de bana kart yolluyor ve şimdiye kadar bana yolladığı kartlarda çocuğunun resmi var. Şimdi bir çocuk annesi ve anneliği de çok iyi götürüyor. Kendisi de bunu yapabilmesine şaşırıyor. Anneliği iyi götürebilmesini, hayatını kendi eksikliklerini bilerek buna uygun şekilde yapılandırmasına borçlu. Kocası kendi işinde ilerledi, ekonomik durumları çok iyi. Julie nerede yardıma ihtiyacı olduğunu saptayıp, gereken yardımı alabiliyor. Ne zaman çocukla ilgilenebileceğini, ne zaman onu dadıya bırakması gerektiğini biliyor.
İlginç bir şekilde, İstanbul'da kendisinden bahsedeceğimi bilirmiş gibi, bir ay kadar önce panik içinde beni aradı. Son bir ay içinde kendisiyle birkaç telefon seansı yaptık. Şimdiki ofisimin olduğu yerden uzakta oturuyor, onun için telefonla görüşüyorduk. Beni aramıştı çünkü aşırı kaygı belirtileri birdenbire geri dönmüştü. Bu onu çok sarsmıştı, çünkü bunlardan ömür boyu kurtulduğunu düşünüyordu. Zaten de çok uzun zamandır bu belirtiler yoktu. Ne oldu da beni tekrar aradı? Ne oldu da bu kaygılar tekrar uyandı? Buna baktığımızda şunu gördük: Julie tatile çıkmak üzereydi ve bu tatile de kocasının iki erkek kardeşi, eşleri ve çocuklarıyla çıkacaklar, büyük bir evde hepberaber kalacaklardı. Burada kendisini kaygılandıran, görümceleriyle kendini rekabet içinde hissetmesiydi. Kendileriyle yakın bir ilişki içinde bu kadar dar bir alanda birarada olursa, 24 saat boyunca mükemmel bir görüntüyü koruması gerekeceğini düşünüyordu. Sürekli mükemmel bir anne, mükemmel bir eş olmalıydı ve mükemmel görünmeliydi. Halbuki kendi evinde, eşinin ailesinden uzakta olduğu zaman bu kaygıları yaşamıyordu. Aileye girdiği zamandan beri o kadar kaygılıydı ki, alacağı tepki ve eleştirileri düşünerek gerçek kendiliğini hiçbir zaman ortaya koyamamıştı. Tatile çıktıktan sonra beni iki kere aradı. İkinci aradığında, artık iyi olduğunu, herşeyin yolunda olduğunu, artık mesele kalmadığını söyledi. Ne olduğunu sordum. Daha önce hiç oturup konuşmadıkları bir görümcesiyle oturup konuşmuşlardı. Julie ona yaşadığı bütün zorlukları anlatmış, görümcesinden de çok iyi bir tepki almıştı.
AG: Bazıları bu tedaviyi biraz değişik bir açıdan açıklayabilir. Kimisi için terapi tamamen bir gelişim deneyimidir. Burada Julie'nin bu dönem içinde büyüdüğünü söyleyebiliriz. Dağılmanın kıyısında dururken, şimdi artık öyle bir noktaya geliyor ki, onaylanma ihtiyacı yaşıyor sadece, bu da kendisi için yepyeni bir deneyim. Birçok kişi her tedaviyi bir gelişme olarak görür. Julie de artık gelişme gösterdiği, büyüdüğü için geçmişinden uzaklaşmış ve geçmişteki semptomlarına dönme ihtiyacı hissetmiyor.
SORU: Sınır kişilikli hastalarla çalışırken pozitif aktarımın ön planda tutulması gerektiğine katılıyorum. Ancak sınır kişiliklerin önemli bir özelliği, yararak ayırmayı çok sık kullanmaları. Negatif aktarımı konuşmaktan kaçınmak bu yarığın üstesinden gelinmesini engelleyebilir. Konuşulsa yarık aşılacağı için sonuçta olumlu aktarımı da güçlendirebilir.
CG: Sizinki geçerli bir bakış açısını tam olarak yansıtıyor aslında. Bu da geçerli bir bakış açısı, ama Julie'yle beraber bu yoldan gitmek bana doğru olmayacakmış gibi geldi, bunu yapmayı denediğim zaman bir sonuç alamıyordum. Aslında bir hastayla oturduğunuz zaman o hastayla ilgili hangi yoldan gideceğinizi, ne yapabileceğinizi değerlendirmeniz gerekiyor. Ben Julie'yle bu yoldan gidilebileceği hissine kapılmadım. Belki de siz olsaydınız o yoldan da gidebilirdiniz.
SORU: Olumlu aktarımı da yorumlamak yararlı olabilir. Hasta terapistle bir kendiliknesnesi ilişkisi içinde olduğu için, bunun yorumlanması hastanın terapistten ayrışmasını, içsel psişik yapılar kazanmasını sağlayabilir.
CG: Evet.
SORU: Kendilikte bir bütünlük duyumunun sağlanmasını beklemek için yorumlamayı erteleme sözkonusu olabilir. Bütünsel bir kendilik duyumu oluşturduktan sonra, eşduyumsal hatalar da oldukça, negatif aktarımı yorumlamak için fırsatlar doğabilir.
CG: Arnold'un gelişim süreci olarak bahsettiği şey biraz da buydu. Julie'de bütünsel bir kendilik duyumu o kadar eksikti ki, önce onu oluşturmamız gerekiyordu. Ne negatif ne de pozitif aktarımı yorumlamanın henüz yeri değildi. Bu narsistik değil, sınır kişilikli bir hasta. Narsistik hastalarda bir dağılma korkusuyla karşılaşsak da, aslında kendilik duyumu çok daha sağlamdır. Sınır kişilikli hastalarla çalışırken en önemlisi o bütünlük hissini sağlamaktır. Julie hala gelmeye devam ediyor olsaydı, belki aktarımı yorumlamaya fırsat olabilirdi. Ama kendisini iyi hissederek artık tedaviyi bitirmek istediğini söylediği zaman ona ?yok, gidemezsin, daha aktarımı çalışacağız?, diyemezdim.
SORU: Terapideki ilginç noktalardan biri Julie'nin test raporunu okumasına izin vermenizdi. Bu belki de onun için bir anlamda korkulanı deneyimlemek anlamına geliyordu. Bunu sizden duymasıyla kâğıttan okuması arasında ne fark var? Belki aktarımla ilgili yapılabilecek bütün yorumları okuyordu zaten.
CG: Gerçekten aslında bir anlamda korktuğunu deneyimlemek gibiydi. Ama belki bunları kâğıt üzerinde okumak bunun bir kısmını içselleştirmesini sağlayacak kadar mesafe olmasına izin veriyordu. Deneyimin korkulan tarafları üzerine konuşabiliyordu, ama bunları doğrudan aktarımın içine çekemiyordu.
SORU: Belki onun gitmesine izin verdiniz, çünkü artık kendisine yeni bir kendiliknesnesi bulabilecek kapasiteyi geliştirmişti. Görümcesiyle böyle bir kendiliknesnesi ilişkisine girmişti. Kohut'un da eşduyumun sadece veri toplama yöntemi olmayıp iyileştirici olma özelliği olduğunuda kabul ettiği söyleniyor.
CG: Kohut son makalesinde şöyle yazmış: ?İstemeden de olsa kabul etmek durumundayım ki, eşduyum bazı durumlarda veri toplamanın yanında hastaya başka bir fayda da sağlıyor. Kendisini eşduyum içinde dinleyen bir ötekinin olması iyileştirici bir etki gösterebiliyor.?
SORU: Bu tedavi sürecinde negatif aktarım yorumlanmadı, ama pozitif aktarım da yorumlanmadı, idealizasyon beş yıl boyunca devam etti. İlişkinin doğası buydu. Sonda idealizasyonun ortadan kalkması yaşandı, ancak bu da yoruma gerek kalmadan gerçekleşti. Bu kadar gelişme gösterebildiğine göre, hastanın Kernberg'ün kastettiği anlamda sınır kişilik yapısında olmama ihtimali yok mu?
CG: Aslında teşhisle ilgili soru ilginç bir soru. Düşünürsek, Kernberg'ün kastettiği anlamda gerçekten sınır kişilik olmayabilir. Ben onun kendiliğinin kırılganlığını, her durumda en etkili yol olarak öfkeyi kullanabilmesini, kendini sunumundaki o sahtelik hissini biraraya koyduğumda, bende bir çeşit sınır kişilik olduğu hissi uyandı. Aslında sınır kişilik herşeyi içine alan, biraz geniş, gevşek kullanılan bir kavram. Onun için ne kadar sınır kişilik olduğu tartışmaya açık. Başta dediğiniz de doğru. Bu aslında yorumlamanın ön planda olmadığı, gelişimin ön planda olduğu bir terapiydi.

Arnold ve Connie Goldberg

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...