Mum dibine ışık vermez.
Ara

Şanssız Bir Adam / Psikolojik Sorunlar

Şanssız Bir Adam

Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki,

doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız,

gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı.



Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan bir

teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi.

Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla

dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar,

böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı.



Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca

sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı:

"Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin

bıçağı gibi görünüyor, teknisyen de sonunun böyle biteceğini söylüyordu.

Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı.



Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes

benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider.

Demek ki; şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor,

ya da dünyanın benimle alıp veremediği var.



Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye

çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur.



Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı

tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak

çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan

bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında,

içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı.



Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı.

Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı.

Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir

adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi.

Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim.



Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım,

çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere

her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım

artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarın

tüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu

çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum.



Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder

hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi

olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor

diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve

tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş

boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi.



Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya

başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında.



O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de

yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için

dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı.



Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve

o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın

camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu.

Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas

bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum

ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim.



Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar

verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir

lehimci dükkanı açmayı tasarladım.



Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm

tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim.

Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri

ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç

lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım:

"Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden

fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı.



O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski

evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci

her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca

halk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının

su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon

ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler.



Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi

geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan

küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum

ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım.



Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı,

bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı

bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü.

İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı

göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım.



Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama

yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim.

İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan

boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri

beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum.



Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı

bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci

oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım .



Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük

söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne

geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba,

sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan

bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak

kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım.



İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk

bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha

taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım.



Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi,

birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at

kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor,

bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum.



Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile

bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız

çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı.



Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü

özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için

bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi

ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum.



İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında

haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve

kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak

için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum.



Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi

için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve

sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana

gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız

olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve

dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım.



Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi

onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle

dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek

mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak

tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı.



Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş.

Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni

dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu.

Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim.



Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak

istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı

katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte.

Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki,

şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım.



Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı

çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim.

Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık

taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım.

Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim.



Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini

gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku

aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...

Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum.

"Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat

ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım".



O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapman

neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol".

O zaman yanıtladım:

"Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter.

Gerisi beni ilgilendirmez"

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...