Bütün insanlar üç sınıfa ayrılmıştır: Hareket ettirilemeyenler, hareket ettirilebilenler ve hareket edenler.
Ara

Romantik Kaptan / Psikolojik Sorunlar

Romantik Kaptan

Çek-Senet mafyasında kullanılan kartvizitlerde "Ben sizi bulurum!" yazarmış. Yani:



"Nereye kaçarsanız kaçın, tepenizde biterim!."



Başa gelen musibetler de öyle.



İster denizde olun ister havada, o sizi bulur, asla gecikmeden.



Üniversite yıllarımda, derslerin ağırlığından ve İstanbul'un gürültüsünden biraz olsun uzaklaşmak niyetiyle, bazen annem ve yengem de dahil olmak üzere, aile fertleriyle balığa çıkar, bunun için de ya Kumkapı'dan, ya da Yeşilköy'deki Haylayf Plajından bir kayık kiralardık. 1970'li yılların henüz başındaydık ve denize çıktığımızda, Allah'ın izniyle boş dönmüyorduk.



Bir Pazar günü, ağabeyim ve eniştemle birlikte Kumkapı'dan açılıp demir attık. Genellikle yemli avı tercih eder; istavrit, mezgit, izmarit ve arada bir de olsa, kırlangıç gibi büyük balıklar yakalardık.



O gün demir attığımız yerde, bu balıklardan hiçbirini bulamadık. Ancak oltamıza, bir şeylerin dokunduğunu hissediyorduk. Kısa bir süre sonra, onların ne olduğunu öğrendik. Önce kibarca tıklayıp, oltaya yakalandıktan sonra kafa ata ata yukarı çıkan şeyler, inanılmaz güzellikteki pembe renkleriyle göz kamaştıran mercan balıklarıydı. Balıkçı tezgahlarının en nadide parçalarıydı onlar. Lezzeti de ağzınıza layık.



Akşama kadar, o balıklardan yirmi bir tane tuttuk ve bir sonraki hafta, tekrar aynı yere olta atabilmek için, kıyıdaki elektrik direği, cami minaresi ve büyük apartmanlar gibi önemli noktalardan "kerteriz" aldık. Balık avından hoşlananlar, ?kerteriz? in anlamını iyi bilirler. Hoşlanmayanlar ise, zaten merak etmezler.



Daha sonraki hafta, yengem ve rahmetli annemi de alarak denize açıldık. Ama hava bozuk olduğundan, bu işi kısa kesip geri döndük.



O hafta bir türlü geçmek bilmedi. Pazar günü geldiğinde, sandalda üç usta balıkçı vardı. Ben, ağabeyim ve eniştem. Büyük bir itinayla kerterize oturduk. Artık mercanların tam üstündeydik. Aradan geçen günler içinde, mercan avı ile ilgili bilgiler edinmiş ve hem sandalın başından, hem de arkasından demir atmak gerektiğini öğrenmiştik. Böylelikle rüzgarın ara sıra yön değiştirmesinden ötürü etkilenmeyecek ve aynı yerde sabit kalabilecektik.



Ava başladığımızda, kerteriz konusunda ne kadar usta olduğumuzu hemen anladık. Çünkü mercanları bulmuştuk. Unutulmaz bir ava başlamıştık. Hem de ne unutulmaz!.



Eylül ayının sonlarına doğruydu ve inanılmaz güzellikte bir hava vardı. Ancak avın en civcivli yerinde, gözlerim birkaç kilometre ötedeki bir mavnaya takıldı. Kumkapı'nın meşhur kum mavnalarından biriydi bu. Ve her nedense rotası bize doğruydu. Ben, henüz askere gitmemiş olmama rağmen, babamın anlattığı askerlik hatıralarından edindiğim kültürle hemen bir gez-göz-arpacık operasyonu yaparak durumu kontrol ettikten sonra:



- Ya enişte! dedim. Bu tekne tam üstümüze geliyor.



Eniştem, henüz bir kibrit kutusu kadar görülen mavnayı yan gözle süzüp:



- Hiç meraklanma! dedi. Koskoca denizde bize çarpması çok zor.



Eniştem, tekrar işinin başına döndü. Ağabeyim ise, denizdeki oltasına tam konsantre olmuştu. Ama benim gözüm yine o teknedeydi.



Mavnayla aramızda bir kilometre kadar bir mesafe kalınca, bir kontrol daha yaptım. Değişen bir şey yoktu. Bu sefer ağabeyime:



- Ya abi!.. dedim. Bu tekne tam üstümüze geliyor.



Ağabeyim makine mühendisi olduğu için, tam bir hesap adamıydı. Mavnaya bir göz atıp:



- Hiç merak etme! dedi. Kaptan biraz sonra dümeni kırar.



Ağabeyim, oltasına yem takmaya koyuldu. Fakat mavnanın yönünde hiç bir değişme yoktu. Bize doğru hızla yaklaşıyordu.



Bu sefer, ikisine birden:



- Yahu mübarekler! dedim. Bu teknenin bence hiç şakası yok.



Eniştem ve ağabeyim, bir anda burnumuzun dibinde biten mavnanın üzerinde yazan "Bilmem ne Reis" yazısını okuma fırsatını işte o zaman buldular. Ve benim sesim korkudan kısılmış olduğu için, avazları çıktığı kadar bağırıp kaptanı ikaz etmeyi denediler. Başta rüyalarım olmak üzere, daha sonraki yıllarda defalarca yaşadığım o sahnede, eniştemin ilk önce "hooop hoooop!" diye bağırdığını, fakat kaptan köşkünde bir Allah'ın kulu olmadığını çok iyi hatırlıyorum.



Kısacası işi işten geçmişti. Ve iki tarafımıza da demir attığımız için, demirin ipine asılarak mavnanın yolu üzerinden çekilmemiz mümkün değildi.



Tekne bütün haşmetiyle tepemizde belirdi.



İlk önce eniştem atladı suya, denize girmekten nefret ettiği halde.



Arkasından da ağabeyim.



Ben, su üzerinde kalabilmeyi ancak o yaz becerebildiğim için, denize yarım burguyla dalıp en hızlı stil olan "serbest"e geçtim. Ve sırtıma yapışan montum ve beni aşağı doğru çeken ikişer kiloluk kışlık botlarım eşliğinde, yeni bir rekor denemesine giriştim. Vücuduma dolanan misinalar da işin cabası.



En büyük korkumuz, mavnanın pervanesi tarafından biçilmekti. Bu yüzden de ondan uzaklaşmamız gerekiyordu. Öyle yapmaya çalıştık. Mavna, bütün gücüyle sandalımıza çarptı. O can pazarında görebildiğim tek şey, bin bir güçlükle tuttuğumuz balıkların, onları koyduğumuz kovanın içinden en az bir buçuk iki metre havalanmasıydı. Çarpmanın şiddetiyle, demir attığımız iplerden biri kopmuş ve sandalın sağ omurgası kırılmıştı. En büyük endişem, ayağına biraz soğuk su dökülmesi halinde bile gazdan kıvranan ve eli ayağı kesilip bitkisel hayata geçen ağabeyimdi. Eniştemin durumu herhalde rahat olduğu için, mavnanın ortalıklarda görünmeyen kaptanına bütün gücüyle bağırıyor ve lügatındaki en orijinal kelimeleri tek tek sıralıyordu.



Mavna, yarıdan fazlası suya gömülen gövdesiyle dev bir balina gibi suyu yararken, gözlerimiz yine kaptanı aradı. Nihayet onu gördük. Teknede ondan başka kimse yoktu ve Rabbim şahittir ki, mavnanın arka korkuluklarına dayanmış vaziyette denizi seyrediyordu.



Romantik kaptan, bizi üzerimizdeki ceket ve monatlarla çırpınıp dururken görmesine ve yardım feryatlarımızı duymasına rağmen, hızını bile kesmeyip uzaklaştı.



Onunla ahirette görüşeceğiz. Üstelik de sizlerin huzurunda.



Allah, bu satırların yazılmasını murat etmiş olmalı ki, sağ tarafı çökmesine rağmen sandalın parçalanıp batmasına, ya da mavnanın bir tarafına takılıp onunla birlikte gitmesine izin vermedi.



Midelerimizi deniz suyuyla doldurup Marmara'nın su seviyesini biraz düşürdükten sonra sandala çıkabildik. Hepimiz nefes nefese kalmıştık ve sonbaharın serinliğinden değil de, geçirdiğimiz felaketten ötürü tir tir titremekteydik. Elbiseler üzerimize yapışmış, çizme ve ayakkabılarımız suyla dolmuştu. Uzun bir süre boyunca konuşamadık. Üzerimizdeki ıslak eşyaları hafiflettiğimizde, ikindi güneşi sırtımızı işitti. Balıkların bir bölümü denize dökülmüştü. Ama deniz mercanlarla doluydu. Üstelik de yemlere hiçbir şey olmamıştı.



Ne olduğunu tahmin ettiniz tabi.



Yedek oltaları çıkartıp tekrar ava başladık.



Halimizden son derece memnunduk. Üstelik de hiç durmadan şükrediyorduk.



Özellikle, yüzme bilmeyen annemin ve bebek bekleyen yengemin o gün aramızda olmamasına.



Ve "Ben sizi bulurum!" diyen kaderimizin, bizi koskoca denizde yakalayıp, yıllar boyu unutulmayan ve binlerce kişi tarafından paylaşılacak olan güzel bir hatıra bırakmasına.

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...